Sosyalist İşçi 270 (10 Şubat 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa


Milliyetçiliğin ezberi bozuldu
Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı has milliyetçi Sinan Aygün, katıldığı bir TV programında, milliyetçiliği eline aldığı bir sözlükten tarifledi ve sonra da "tabii ki milliyetçi" olduğunu göğsünü gere gere haykırdı. Ali Püsküllüoğlu'nun Türkçe sözlüğünde milliyetçilik maddesi, bizi 'ulusçuluk' maddesine yönlendirdikten sonra şöyle açıklama yapıyor: "ulusunu sevmek, onun geçmişine bağlılıkla, geleceği ve yükselmesi yolunda çalışmak temeline dayanan ve bir ulusun ancak kendine ve kendi değerlerine dayanarak yaşayabileceğine inanan görüş".
Ne kadar masum değil mi? 'Herkes ulusunu doğal olarak sever'.'Ulusun geçmişine bağlılık' bizim için ne ifade eder? Örneğin Osmanlı'nın kılıç zoruyla kurduğu imparatorluğa bağlılık. Rumların ülke sınırlarından zorla sürülmesini sahiplenmek. 1915'te bir buçuk milyon Ermeni'nin soykırıma uğratılmasını sahiplenmek.
Ya da yakın geçmişi 'sahiplenirsek'; dört askeri darbe ve diktatörlüğü sahiplenmek. Darbelerin gençleri idam etmesini, partileri kapatmasını, siyaseti hemen herkese yasaklamasını sahiplenmek. Maraş, Sivas, Çorum, Gazi katliamlarını, üç bin köyün boşaltılmasını, bin gizli operasyonu, onbinlerce Kürt gencinin gözümüzün önünde katledilmesini, Kıbrıs'ın işgal edilmesini sahiplenmek. İnsanların gözaltında kaybolmasını, fail-i meçhulleri, üniversitelerden hocaların, gençlerin, başörtülülerin atılmasını sahiplenmek.
Tanımın devamındaki 'geleceği ve yükselmesi yolunda çalışmak' ne ifade ediyor? "Varlığım Türk varlığına armağan olsun". Ben yoksulluktan kırılayım, haklarımdan mahrum kalayım, biraz sesimi çıkarınca hapse atılayım, işkence göreyim; ama olsun, milletim yükselsin.
Peki son bölümdeki 'bir ulusun ancak kendine ve kendi değerlerine dayanarak' yaşayabileceği ifadesi ne anlama geliyor? "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur". Etrafımız iç ve dış düşmanlarla çevrilidir. Bu düşmanlarla mücadele yürütebilmek için 'bazı fedakarlıklara' katlanmamız gerekir. Bu arada Yunanlılara, İranlılara, Ruslara, Bulgarlara; içeride Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, komünistlere, üniversiteli gençlere, türbanlılara. karşı sürekli uyanık kalmamız gerekir. Sayılanlar biz değilmişiz gibi.
Milliyetçilik masum bir duygu değil
Seçimler yaklaştıkça milliyetçilik yarışına giren her siyasi parti lideri bize milliyetçiliğin doğal ve iyi bir şey olduğunu anlatıp duruyor. Gerçekte ise ulus-devletlerin ortaya çıkışıyla birlikte doğup gelişen milliyetçilik egemen sınıfların her gün yeniden ürettikleri gerici bir ideolojidir. Toplumdaki sınıf farklarının ve eşitsizliğin üzerini örten bir yorgandır. Bu sayede biz dünyada çeşitli egemen sınıfların değil, ulusların birbirleriyle rekabet halinde olduğuna inandırılmaya çalışılırız.
Ama milliyetçiliğin bundan öte sonuçları da vardır. Milliyetçilik nihayetinde kendi aşırı uçlarını da yaratır. Irkçılığa varan milliyetçilik, Türkiye'de örneğin, kanlı bir sokak örgütlenmesi olan faşist MHP gibi partiler yaratır. Ya da Hrant Dink'in öldürülmesinde bağlantısı açığa çıkan BBP gibi faşist partileri.
Elbette her milliyetçi aynı derecede milliyetçi değildir. TKP'nin milliyetçiliğiyle MHP'nin milliyetçiliği aynı değildir, ama aynı kefeye konulabilir. Çünkü terazinin kendi konulduğu kefesinde MHP milliyetçiliğinin ağır çekmesine neden olur. Milliyetçi sularda atılan her kulaç gerçekte has milliyetçiler olan faşistlerin gölüne su taşır.
CHP lideri Baykal'ın giderek MHP'lileşen milliyetçi söylemine rağmen tabanındaki sıradan sosyal demokratların milliyetçiliği Bahçeli ile aynı değildir. Ama sonuçta faşizmi güçlendirir.
"Hepimiz Ermeniyiz" sloganı
Cenazede atılan bu slogan korkuya kapılan Ermenilerle dayanışmaya ve halkların kardeşliğine yapılan bir vurguyu ifade ediyordu. Ama milliyetçiler, ırkçılar ve faşistler bundan çok rahatsız oldu. Çünkü 90 yıldır anlatılan yalanlar 200 bin kişi tarafından suratlarına çarpılmıştı.
Ancak hemen karşı saldırıya geçmekte gecikmediler. Günlerdir medyada insanı kusturacak kadar fazla milliyetçilik pompalanıyor. Bizim bakmamız gereken yer ise her türden bütün milliyetçinin ezberini bozan devasa cenaze törenindeki birlik.


Birleşerek yürüdükçe umut yeşerecek
İnsanlar akıyordu. Ne bir bayrak, ne "kızıl" sloganlar, ne de birbirinin önüne geçmek için canla başla çalışan disiplinli kortejler vardı. Ciddi, kararlı, tarafını seçmiş ve artık yeter demiş her yaştan insan, yanındakine güven vererek Hrant'ın arkasından yürüdü.
Bu yürüyüş önce medyadaki demokrasi yanlılarına cesaret verdi, onlar tespiti yapmakta gecikmedi: Yürüyenler "sessiz çoğunluk"tu. "Gençlik ne-reye gidiyor, eyvah eyvah.." türünden nutuklara yanıtlar verilmişti: Liseli, dershaneli, üniversiteli, işsiz, işine gitmeyen işçi gençler tek bir sloganın, tek bir pankartın arkasına gidiyorlardı. Evde, sokakta, işyerinde, o meşhur "kamusal alan" da, dışlanan kadınlar da oradaydı. Ermeni soykırımını birincil elden dinlemiş yaşlılar, Hrant'a rahmet dileyen inançlı müslümanlar, barışa susamış Kürtler, eşcinseller, savaş karşıtları, sendika üyeleri, çevreciler... Uzayıp giden bu liste Türkiye'yi yerinden sarsan birliğin gururlu bir dökümüydü.
Yıllarca ölüm korkusuyla gizlenen Ermeniler, diğer azınlık mensupları, binlerle Hrant'ın arasında vakur, fakat güvenle yürüdüler.
84 yıldır askerler, yargıçlar, TÜSİAD'çılar, milliyetçiler, ırkçılar konuştu.
Hrant'ı uğurlayan yüzbinler artık bu yalanları duymak istemiyordu.
Dün bu "sessiz çoğunluk" 1 Mart tezkeresini engelledi, bugün "hepimiz Ermeniyiz" dedi.
Karanlığı boğmak, her yüzüyle hesaplaşmak, mücadele etmek gerek.
"Sessiz çoğunluk" birliğini koruyup, değiştirerek yürüdükçe, umut bu topraklarda da hakim olacak.
Volkan Akyıldırım



Demokrasi, daha fazla demokrasi!
Türkiye'de kimler nasıl bir demokrasi istiyor? Açık ki kemalist bürokrasi ve şakşakçıları dışındaki büyük bir çoğunluk "bu nasıl bir demokrasi" diye soruyor.
TÜSİAD'çı patronlar bu kalabalığın hemen kenarında şık giysileriyle duruyor. Yıllardır emekli paşaları şirket yönetimlerine getirip, dünyevi her türlü zevki tattıranlar, artık bu işten sıkılmış gözüküyor.
Yeni-liberal düzende şirketler her şeyi kendileri için istiyor. Dört darbeyle Koç'u dünyanın ilk 100 şirketi arasına sokmayı başaranlar artık pek gözde değiller. Patronlar rejimdeki çatırdamayı, üretimdeki verim-sizliği görüyor; her an ayaklanabilecek çoğunluğa biraz nefes alma hakkı tanıyarak iktidarını korumak is-tiyor.
Bizim daha fazla nefes almaya itirazımız yok. Patronlar azıcık demokratikleşmek istedi diye sokaklardan korkup kaçacak değiliz. Ama biliyoruz ki bize daha fazlası lazım. Bu TÜSİAD'ın programındaki kırıntılar olamaz.
Demokrasi, işyerlerinde çalışanlar daha fazla söz hakkı elde ettikçe, emekçi kitleler örgütlendikçe, zenginlerin devleti aşağıdakiler tarafından kuşaltıldıkça yeşerecek. Her bir kazanım küçük, sınırlı ve kapitalistler tarafından çizilmiş de olsa yukarılara tırmanabileceğimiz bir basamaktır.
Birazcık da nefes almak iyidir. Kendimize geliriz. Bekçi köpekleriyle uğraşmaz, sahiplerini yeneriz.


İki DB: Deniz Baykal - Devlet Bahçeli

Sosyalist Enternasyonal üyesi 'sosyal demokrat' parti CHP'nin lideri Deniz Baykal milliyetçiliğini artık iflah olmaz boyutlara taşıdı. Hrant Dink cinayetinin toplumu ve solu kutuplaştıran sonuçlarından yola çıkan herkes milliyetçilik-ırkçılık ekseninde kendi dünya görüşüne uygun tespitlerde bulundu, bulunmaya devam ediyor.
Irkçı bir cinayet işlendiğinde, üstelik bu cinayetin kurbanı ülkenin en dramatik tarihsel sorunlarından birinin mağduruysa, bir ülkenin en büyük sol partisinin liderinden beklenen nedir? Derhal kurbanı ve onun korku içindeki cemaatini sahiplenmektir. Suçluların teşhir edilmesi, yakalanması ve sorumluların yargılanması, cinayetin arkasındaki asıl büyük güçlerin açığa çıkarılması için, elindeki yığınsal ve yasal güçleri de kullanarak, mücadele etmektir. Çünkü sol daima ezilenden, mağdurdan yana tavır gösterir. Tarihsel görevi budur.
Oysa Deniz Baykal her şeyden önce saldırıyı bir Ermeni'ye değil, Türkiye'ye yapılmış gibi göster-meye çalışmıştır. Türkiye'nin milli çıkarlarının zedelendiğini beyan etmiştir. Azgın faşistler sokaklarda katilin beyaz beresiyle arz-ı endam etmeye çıkmışken, katil cezaevinde alkışlarla karşılanırken, bayrak önünde devlet görevlileriyle hatıra fotoğrafı çektirip 'aslanım' olmuşken, Deniz Baykal, ağzından tükürükler saçarak bağırmakta ve "Türk milliyetçiliğinin bu milletin çimentosu" olduğundan dem vurmaktadır.
En liberal köşe yazarları bile, sorumluluklarının farkına varıp 301. maddenin kaldırılmasını isterken, Deniz Baykal, çok hızlı ve doğru biçimde katilin 301 olduğunu cenazede haykıran 200 bin insanın karşısına kaya gibi dikilip katil yasa maddesini savunmaktadır. Faşist Devlet Bahçeli dahi katile "sefil katil" diyebilirken, Deniz Baykal, en azından acılı Dink ailesini düşünerek, cenaze törenine bile katılmamıştır.
CHP içinde hâlâ safiyane inançlarla kalmaya devam eden samimi sosyal demokratlar varsa, bu insanlar Deniz Baykal'ı devirmeli ya da liderlik sultası altında azgın bir milliyetçiliğe sürüklenen CHP saflarını terk ederek bu adamı Sosyalist Enternasyonal'e şikâyet etmeli ve atılmasını sağlamalıdır. Aksi halde, artık yalnızca isimlerinin baş harfleri değil fikirleri ve söylemleri de giderek aynılaşan iki DB'den birini böyle bir dönemeçte tercih etmiş olmanın ağır tarihsel sorumluluğu altında ezilmeye mahkûm olacaklardır.


Faşistlerle aynı platformu paylaşma!

Hrant Dink ayrılırken gerçeklerin üstündeki örtüyü de çekip gitti. Yıllarca TV programlarında o sesi duyduk: Ya sev ya terk et! Gavurlar, dönmeler, zengin Yahudiler, Ermeni dölleri, pis Kürtler, hain Araplar... Konuşmacı kimi zaman Bahçeli adlı Nazi , bazen küçük Hitler Ümit Üstündağ ve bazen de Hrant'ın katillerinin başı Yazıcıoğlu oluyordu. Demokratik rejimde siyaset yapan bu saygın adamlar nasıl da ağzından salyalar akarak öldürmeye hazırlanan katillere dönüşüveriyor.
Tartışma programlarında vatan-millet-sakarya adlı taşra senfonisini kusarlarken, hemen yanlarında bir başka ses yükseliyordu. Soldan gelen bir arkadaşımız dönüp katiliyle tartışıyor, tartışıyor, tartışmanın sonunda katil meşruluk zırhına bürünerek stüdyodan ayrılıyordu.
Hrant'ın ardından gördük ki, tartışma, demokrasi, uzlaşma, örgütlenme hakkı, varlık nedeni bizzat bunları yok etmek olan faşist harekete tanınamaz. Onlarla aynı platformu paylaşmayalım, onlara hiçbir platformda söz hakkı tanımayalım.
Faşist fikirler, üç kurşun oluyor, özgürlük, demokrasi, insanlık adına ne varsa alıp götürüyor. Karanlığın sesi kısılmalı ki Hrant'ın cenazesinde yükselen ses dört bir yanda duyulsun.


GÖRÜŞ
Ortak talepler uğruna
Hrant Dink'in cenazesinde sahneye çıkan güç, hem "derin" hem sığ devleti hem medyadaki uzantılarını korkuya boğdu. İstemeden ve bilmeden seferber etmiş oldukları devasa güç karşısında paniğe kapılmış oldukları, gösterdikleri tepkiden anlaşılıyor.
Cinayetten sonra üç gün boyunca makul ve düzgün bir tutum alan yayın yönetmenleri ve köşe yazarları bile, cenazenin ertesinde ağız değiştirip saldırıya geçti. Ertuğrul Özkök birden bire "Şehit cenazelerine niye gitmiyorsunuz?" derken, Elif Şafak'ın eşi Eyüp Can yönetmeni olduğu Referans gazetesindeki köşesinde patronu Aydın Doğan'ın "Hop dedik!" şeklinde özetlenebilecek mektubunu yayınladı. Ardından, bunlardan cesaret alanlar "Biz Türk'üz" diye sokaklara ve futbol tribünlerine fırladı. Belli ki, kulaklar çekilmiş, emirler verilmiş, karşı saldırıya ışık yakılmıştı.
Türkiye'de hem sol hem de özellikle aydınlar arasında "Bu memleket adam olmaz" karamsarlığı yaygındır. Bu kez de, cenaze yürüyüşünün sergilediği ve kanıtladığı muazzam muhalefet gücüne rağmen, "Ne fark eder ki, iki hafta sonra herkes evine dönecek, bu da unutulacak" umutsuzluğu mektuplarda, mail'lerde sohbetlerde çokça karşıma çıktı.
Bu umutsuzluk kısmen yürüyüşün ne kadar sarsıcı bir önem taşıdığını kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Önemli olan, üç gün içinde böylesi bir kalabalığın sokaklara dökülmesi ve 200 bini aşması ve memleketin çok çeşitli yerlerinde yapılan gösterilerle bu rakamın daha da kabarması değil sadece. Özellikle İstanbul'daki gösterinin bileşimi daha da önemli. Belki de ilk kez, her zaman her gösteriye gelen insanlardan oluşmuyordu bu yürüyüş. İlk bakışta belliydi: dedeler, teyzeler, çocuklar, torunlar, hayatlarında ilk kez bir siyasi gösteriye katılanlar çoğunluktaydı. Ve bu kalabalık, derin ve sığ devlete ve resmi ideolojiye ve Büyükanıt'a ve milliyetçiliğe nanik yaparcasına, hiç çekinmeden "Hepimiz Ermeni'yiz" pankartları taşıdı. Ve yol boyunca taşıdı ve tek kişi "Ben bunu taşımam" demedi. O gün, Türkiye devletinin egemen ideolojisi çatladı. O gün, uygun koşullar yaratıldığında çok büyük kitlelerin egemen ideolojiye karşı çıkmaya ne kadar hazır olduğu kanıtlandı.
Ha, evet, uygun koşullar yaratılmazsa, elbette ki bu kitleler evlerine dönecek, belki öfkeli ve muhalif olmaya devam edecek, ama pasif seyirci konumuna geri dönecek.
"Uygun koşullar" ne demek? Tam da cenaze günü gerçekleşen koşullar demek. Sol örgütlerin gösteriyi birbirlerine gövde gösterisi yapmak için kullanmadığı, eylemin amacıyla ve örgüt üyesi olmayanların talepleriyle ilgisiz sloganların atılmadığı, gelen örgütsüz insanların "Biz bu örgütler tarafından kullanılıyoruz" hissine kapılmadığı koşullar demek.
Bu eylem sol partilerden herhangi birinin eylemi olsaydı (örneğin, maalesef, geçen hazirandaki 'birarada yaşam' eylemi gibi) küçük ve etkisiz olacaktı. Bu eyleme gelenler, mevcut partilerden herhangi biri adına değil, ortak talepler uğruna sokaklara dökülmek, siyasete katılmak istiyor.
Dolayısıyla, "uygun koşullar" bir de şu demek: Bu kitlenin (ve temsil ettiği çok daha geniş kitlelerin) evine dönmemesini, siyaset sahnesinde kalmasını istiyorsak, kendilerini rahat hissedecekleri, oluşmasına katkıda bulunacakları, sekter ve kemik olmayan yeni bir siyasi oluşum yaratmalıyız.
Roni Margulies