Sosyalist İşçi 271 (17 Şubat 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa


“İklim değişikliğini müteakiben tüm insanlık yağmur duasına davetlidir”
Dünyanın sonu gelmeden
Aile ziyaretleri hep aynıdır bizim ailede; anneannenin evine gidilir, soba sıcağında akşam sohbetleri ve uykudan sonra sabah çay kokusuna uyanılır… Bu seferki biraz farklıydı, sabah çay sesi yerine belediyenin duyurusuna uyandım :
"Öğlen namazını müteakiben Bağcılar köyünde yapılacak yağmur duasına tüm halkımız davetlidir…"
Bu şoku atlatmak için Ege'nin başka bir ilçesindeki bir arkadaşımı aradım. Bu yağmur duası çağrısını ve kuraklığın boyutlarını anlattım:
-Sadece bir köyde mi yağmur duasına çağırdılar?
- O ne demek, yağmur duası diyorum; düşünsene köylünün durumunu, ürün yok.
-Ondan bahsetmiyorum, burada üç köy için yağmur duası çağrısı yaptılar…
Bu hikayenin gerisi bildiğimiz sona doğru hızla ilerliyor. Bu ülkede hala kuraklık yok; yeterince suyumuz var diyenlere duyurulur …
Yukarıdaki durumu yaşayan herhangi biri, ya da Çukurova'da “neden bu sene mahsul yok” sorusuna "küresel ısınma yüzünden kuraklık var" diye cevap veren köylü de dünyanın yok oluşa doğru gittiğini hükümetlerden çok daha iyi anlıyor. Aslında artık kimse dünyanın yok olmaya doğru gittiğini ve buna en çok da insanın sebep olduğunu inkar etmiyor. Düne kadar küresel ısınmanın olmadığını söylemeleri için sahte bilim kuruluşlarına para veren büyük şirketler bile (Exxon-Mobil, Shell, BP) artık küresel ısınma gerçeğinden kaçamaz durumdalar.
Küresel ısınma nasıl gerçekleşiyor?
Sıcaklık, güneşten gelen ışınların yeryüzüne çarpıp geri yansıması esnasında, atmosferdeki sera gazı tarafından tutulması ile oluşur ve bu sıcaklık dengesi dünyadaki hayatın devamlılığını sağlar. Dünyanın sıcaklık dengesini sağlayan bu sera gazlarının en önemlisi Karbondioksit ( CO2) . Fosil yakıtların yakılmasıyla birlikte atmosfere salınan karbondioksit miktarı artar, yansıması gereken güneş ışınları da tutulur ve sıcaklık giderek artar.
Bu kadar basit bir nedeni olan iklim değişimi anlatıldığında akıllarda hep aynı çözüm fikri uyanıyor: “Öyleyse CO2 salımını durdurursak sorun çözülmez mi?” Soruda bile cevabını verdiğimiz üzere bu konunun çok basit ama aynı zamanda da, hükümetler yüzünden, çok zor bir çözümü var. İklim değişiminin ilk nedeni olan CO2'i üretmekten vazgeçersek, dünyayı geri dönülemez noktaya gelmeden kurtarma şansımız var.
Ancak hükümetlerin fosil yakıtlara dayalı enerji politikaları bu kolay çözümü uygulaması çok zor bir hale getiriyor. Petrol için milyonlarca insanın katili olan hükümetler, hele de rezervler bu kadar azalmışken, petrolden vazgeçmeyi kabul etmiyor.
Kömür lobisinin etkisi altında enerji politikası belirleyenlerin termik santralleri kendi kendilerine kapatacağı gün bence dünyanın sonundan önce gelmeyecek.
Gerçekten bu durum dünyanın sonunu getirecek mi? Eğer bu kadar hayati bir durum varsa neden hükümetler bir şey yapmıyor?
Şubat ayının başında Paris'te düzenlenen toplantıda açıklanan IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) raporunda, varolan uygulamaların devam etmesi halinde, 2095 yılına kadar, küresel ortalama sıcaklığın, 1980-1999 seviyelerine oranla 1.1°C ila 6.4° C arasında artacağı sonucuna varılıyor.
Bu artış ise daha fazla sel, sıcak dalgası, kuraklık, daha kuvvetli kasırgalar, buzul kütlelerinin daha hızlı erimesi ve deniz seviyelerinin hızla yükselmesi anlamına geliyor. Daha fazla sel, daha fazla insanın evsiz kalması ve göç etmesi demek; daha kurak iklimler daha fazla insanın aç kalması ve yiyecek için göç etmesi demek. Daha fazla kasırga, daha fazla New Orleans demek…
Bunun yanı sıra küresel ısınma deniz seviyesindeki 25-90 cm arasında yükselmeyle deniz kıyısında yaşayan 100 milyonu aşkın insan nüfusunun yaşam alanlarının yok olması anlamına geliyor. Yani Şanghay, Bangkok, Cakarta, Tokyo ve New York gibi şehirlerin ve Hollanda, İngiltere gibi ülkelerin büyük kısmı sular altında kalacak!
Sizce bunlar dünyanın sonunun geldiğini göstermiyor mu???
Durum bu kadar vahim. Üstelik bunun sonuçlarını Türkiye'de de 2006 içinde hissetmeye başladık. Batman'da ilk defa böyle bir selin görülmesi sizce tesadüf mü? Ya da Bafa gölünün bu yıl kuruması bir rastlantı mı?
Bunların hiç biri şans eseri bu dönemde yaşanan şeyler değil. Dünyanın sonu geliyor ve hükümetler hala yeterince kalkınmama koşulunu öne sürüyor. Buna seyirci kalmak dünyanın yok edilişine seyirci kalmaktır. Bunu engellemenin yolu bizden geçiyor. Ancak ve ancak sokaklarda yüz binlerce insan, gezegene karşı işledikleri suçları durdurmalarını istediğimizi ve mücadeleden vazgeçmeyeceğimizi haykırırsak kazanabiliriz. Bu yüzden 28 Nisan'da Kadıköy'de buluşmak üzere…
Gökşen Şahin/Avi Haligua


Başka bir enerji mümkün
Küresel Eylem Grubu (KEG) aktivisti Gökşen Şahin’le KEG hakkında görüştük.
KEG'in ısınma kampanyası niye var? Şimdiye kadar bu konuda ne gibi işler yaptı?
Önce 3 Aralık “İklim değişikliğini durdurun” küresel eylem günü ilan edildi. Bizler o zaman
3 Aralık Çalışma Grubu adı altında örgütlendik ve "İklim değişikliğini durdurun, Türkiye Kyoto'yu imzala" mitingini düzenledik.
Bu mitinglere İstanbul'da 2 bin, İzmir'de bin, Ankara'da 500 kişi katıldı ve bunların dışında da birçok ilde basın açıklamaları yapıldı. 4 Kasım 2006'da "Türkiye Kyoto'yu imzala" mitingi yaptık.
Bu yılki takvimimiz ise çok daha geniş. Önce 28 Nisan'da Kadıköy'de "Başka Bir Enerji Mümkün" mitingini yapacağız. Ardından 7 Temmuz'da "İstanbul'da Küresel İklim SOS'i" konseri düzenleyeceğiz. 8 Aralık’ta ise tüm dünya hükümetlerini üstlerine düşeni yapmaları konusunda uyarmak için sokakta olacağız.
Bu yıl gündemimizde bu kadar çok eylem olmasının sebebi çok açık; bugüne kadar ‘önce kalkınalım sonra çevre sorunlarına eğileceğiz’ diyen hükümetlere artık küresel ısınmanın geri dönülemez boyutlara ulaşmak üzere olduğunu ve şimdi Kyoto'yu imzalamazlarsa, yok ettikleri bir dünyaya kalkınmayı hedeflediklerini anlatmak.
28 Nisan'da İstanbul'da 100 bin kişi bir araya gelirse bu ne anlam ifade edecek?
Tek bir anlamı var; "biz hükümetin enerji politikalarını beğenmiyoruz ve ne kömür, ne nükleer istiyoruz"u daha yüksek sesle söylemek. Kadıköy'de 100 bin kişiyi hedeflememizin nedeni de, bu konuda hemfikri olan insan sayısının hükümetin sandığı gibi birkaç bin değil, çok daha fazla olduğunu göstermek. Ancak bu kadar çok olursak bizden kaçacak yerleri kalmaz…
28 Nisan'da Kadıköy'de yapılacak küresel ısınma eylemi için neler yapmayı planlıyorsunuz?
KEG olarak 28 Nisan’a hazırlanırken, her hafta düzenlediğimiz toplantıların yanısıra, üniversitelerde, okullarda iklim değişimini anlatan ve herkesi 28 Nisan’a çağıran toplantılar yapacağız.
Ayrıca insanları enerji politikaları konusunda bilgilendirmek için 21 Nisan'da uluslararası katılımcıların da olacağı bir sempozyum düzenleyeceğiz. 26 Nisan'da (Çernobil'in yıldönümü) bir insan zinciri yapacağız.
Zaten 28 Nisan’ı bir kampanyanın bitimi değil, bu mücadelenin başlangıç noktalarından biri olarak görüyoruz.


Bu ‘bakan’lar neye bakıyor?
6 Şubat günü 'İklim Değişikliği, Kuraklık ve Su Yönetimi' konusunu görüşmek üzere Tarım Bakanı Mehdi Eker, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hilmi Güler ile Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, "hava, su ve toprak" olarak biraraya geldi. Türkiye'de iklim değişikliği konusunu ele alan ilk 'zirve' olma özelliğini de taşıyan bu ‘tarihi’ buluşmada, hava-su dışında pek birşey açıklanmadı.
Tarım, Çevre ve Enerji Bakanları’nın en somut adımı "duyarlılık" çağrısında bulunmak oldu. Sermaye her zamanki gibi kediye yüklendi; Osman Pepe, küresel ısınma ve kuraklıkla mücadelede sorumluluğun "Ev hanımı Ayşe Teyze'ye düştüğünü” söyledi.
Kyoto Anlaşması'nı imzalamamış üç beş ülkeden biri olan Türkiye'nin Çevre Bakanı sözlerine, "Toplantı, aslında dünyayla eş zamanlı yürüdüğümüzün bir göstergesidir" diye devam ediyordu. Mehdi Eker'se açıklamasında "yağış az ama kuraklık yok" demeyi uygun gördü. Bakan: "Barajlarda su az ama kuraklık olmayacak, korkmayın" diyor. Tabii su azalmasıyla kuraklık arasındaki farkların tartışılacağı, çok değerli bu son yılların da harala gürele içinde kurban edileceğini bu son zirvede öğrenmediğimizi hatırlamak gerekiyor.
Çevre Bakanı daha önceki açıklamalarında, Türkiye'nin 2012'de sona erecek Kyoto'yu 2015'ten önce imzalamayacağını zaten açıklamıştı.
İklim değişikliğine dair hiçbir adım atmayan hükümetin haklı olduğu tek nokta, kömür ve nükleer santralleri kurmaktaki ısrarına karşı, "Ayşe Teyze'nin" Kyoto'nun imzalanması için göstereceği inadın gezegenin kurtuluşu için hayatî öneme sahip olduğu...


Kyoto neden önemli?
Küresel Eylem Grubu (KEG), Türkiye Hükümeti'nden Kyoto Anlaşması’nı hemen imzalamasını talep ediyor. KEG'in bu talebinin altında Kyoto Sözleşmesi'nin üzerinde uzlaşılan yegane uluslararası belge olması yatıyor.
160 ülkenin imzasını taşıyan Anlaşma, iklim değişikliğine müdahale için Ayşe Teyze'den* ötesini görebilen tek yol olan sera gazı azaltımını öngördüğü için tarihi bir anlama sahip.
Kyoto, endüstriye dayalı kültürümüzün tüm ekosistemi altüst etmesine karşı, ABD, Avusturalya ve Türkiye dışında hemen hemen tüm ülkeler tarafından imzalanmış durumda. 2012'ye kadar ufak kısıtlamalar getiren anlaşma, dünyanın bildiğimiz şekliyle varolmaya devamı için ülkelerin birlikte çalışmasını sağlıyor.
(*) bkz. Küresel ısınma ulusal eylem planı


Marmara Denizi çamur denizi oldu
Ege ve karadeniz arasında biyolojik bir koridor oluşturan Marmara türlerin geçişini de düzenliyor. Ancak son üç yılda kirlenme sonucu bulanıklık oranı %80 arttı.
Bunun sonucunda karides, yengeç, pina gibi bazı türler tamamen yok oluyor.
Nesli giderek azalan türlerin sayısı da %50’yi aşmış durumda.


GÖRÜŞ
Şaklabanlık, CHP ve sol
"Vallaha, kim ne derse desin, ben bir dahaki seçimlerde AKP'ye oy vermeyi düşünüyorum. Adamlar şu anda bulabileceğimiz en reformcu parti" demişti Baskın Oran, bir konferansta karşılaştığımızda. Baskın Oran'ın şeriatçı olmadığını belirtmem gerekmiyor herhalde.
Aynı günlerde, İngiltere'nin sol liberal Guardian gazetesinin aklı başında Ortadoğu editörü Ian Black, bir yorum yazısında, şaşkınlıkla, "İslamcı" bir parti elinden geldiğince reform yaparken "sosyal demokrat" bir partinin milliyetçi şaklabanlıklar yaptığını anlatıyordu (yazıyı kesip saklamamışım, "şaklabanlık" İngilizce ifade edilemez herhalde, ama Black aynı kapıya çıkan bir ifade kullanmıştı).
Geçen hafta Amsterdam'da bir derginin yüzüncü yıldönümünü kutlamak için düzenlenen bir etkinliğe katıldım; konuşmacılar arasında AB Türkiye Karma Komisyonu Başkanı Joost Lagendijk de vardı. Lagendijk Hollanda'da Yeşil Sol Parti üyesi. "CHP'yi kendi partim olarak düşünmem gerekir. Sosyalist Enternasyonal'de kardeş partiyiz. Ama önemli konuların hemen hepsinde AKP'nin yapmaya çalıştıklarını doğru buluyorum, CHP'nin söylediklerine katılmam ise mümkün değil" dedi Lagendijk. Sorulduğunda, Türkiye'de "yükselen İslam tehlikesi" olduğunu düşünmediğini söyledi.
İlginç, değil mi? Haydi Baskın Oran'ı bir yana bırakalım, ama İngiliz bir gazeteci ile Hollandalı bir parlamenter Türkiye'de olup bitenleri en akıllı CHP üyesinden daha doğru kavramış! Aslında CHP'liler de doğruyu biliyor, ama oy kazanmak için milliyetçilik, ırkçılık yapıyorlar desek, o zaman daha da akılsız olduklarını düşünmek gerek, çünkü şu güne kadar hiçbir kamuoyu yoklaması milliyetçiliğin oy kazandırdığını göstermiş değil. Aksine, en azgın partilerin, CHP'nin, MHP'nin, BBP'nin destek oranında tık yok. Hiçbiri bir puan bile artmış değil.
Oran, Black ve Lagendijk haklı: CHP gerçekten ve onulmaz bir şekilde milliyetçi, AKP gerçekten koşullar elverdiğince reformlar gerçekleştirmeye çalışıyor.
İşin kötüsü, solun da bazı kesimleri "irtica tehlikesini" gözden kaçırmamak gerektiğini anlatıyor hâlâ. Üstelik, sözünü ettiğim sol, kemalizme ve milliyetçiliğe en az CHP kadar göbekten bağlı olan TKP veya İşçi Partisi değil sadece.
Bugünkü Hürriyet gazetesine göre, "Abdullah Gül, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesinde değişiklik yapılması gerektiğine inandığını, hükümette de bu yönde kuvvetli bir inanç olduğunu söyledi".
Bu durumda sol ne yapmalı? Şöyle mi demeli: "Bize ne Gül'ün söylediklerinden? AKP aslında irticacıdır, bu tehlikeyi gözden kaçırmayalım. Zaten yalan söylüyorlar". Yoksa hükümete 301'i kaldırmak için arkasında yaygın halk desteği olduğunu hissettirmek amacıyla imza kampanyaları, toplantılar, gösteriler mi yapmalı?
Bu hükümet iktidara geldiği günden beri reform doğrultusunda çekingen adımlar atıyor, üç adım attıktan sonra derin ve sığ devletten tepki gelince bir adım geri atıyor. "Kürt sorununda devlet hata yapmıştır" diyor, bir süre sonra geri basmak zorunda kalıyor. 301 konusunda da yarın geri basmak zorunda bıraktırılabilir.
Ben seçimlerde AKP'ye oy vermek niyetinde değilim. Neoliberalizmi savunan ve uygulayan bir hükümet olduğu için değilim. Ama olumlu adımlar atmaya çalıştığında, devletle itiştiğinde, sokaklardaki kampanyalarla devlete karşı hükümeti desteklemek gerek.
Sol, din konusunu ya gömecek ve tümüyle unutacak, ya da ülke siyasetinde varlığı bile hissedilmeyen bir unsur olmayı sürdürecek.
Roni Margulies