Sosyalist İşçi 285 (9 Haziran 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa


Ne laik-dindar ayrımı ne bölünme paranoyası
Yeni-liberalizme karşı mücadeleye
Yeni-liberal saldırı 30 yıldır sürüyor. Dünyada yeni-liberalizme karşı direniş yükseliyor. IMF ve Dünya Bankası mahkum ediliyor. IMF’ye en fazla borcu olan Türkiye’de de durum hızla değişebilir. Gerçek saflaşma yeni liberal saldıganlıkla emekçi yığınlar arasında yaşanmalı. Yeni sol bu saflaşmadan doğacak.

Seçim süreci büyük bir karmaşaya sahip oluyor. Kim solcu, kim sağcı? Kimler ilerici, kimler gerici? Hangisi gerçek gündem? İrtica geliyor balonuna mı inanmalı, Türkiye bölünüyor paranoyasına mı kapılmalı?
Birbirlerine düşman gibi gözükseler de AKP ve CHP, anlaşamayıp küsse- ler de Ağar ve Mumcu, en ırkçısından en koyu milliyetçisine tüm sağcılar hepsi bir noktada anlaşı-yor: Yeni-liberal politikaları uy-gu-la-na-cak!
AKP zaten açık konuştu hep. IMF ve Dünya Bankası ile yola devam edeceğini, küresel sermayenin isteklerinden sapmayacağını, istikrarı koruyacaklarını yüksek sesle söyledi.
Darbeci mitinglerde küresel sermaye ve IMF karşıtı söylemler dile getirilse de Baykal'da gerçek yüzünü göstermekte gecikmedi. CHP'nin ekonomik prog- ramının AKP'ninkinden hiçbir farkı yok. Küresel sermayeyle birleşmeye devam, tabii ki istikrar sağlanacak!
İki kamp arasında duran güçler de istikrarın korunmasında hemfikir. Peki ama istikrar sözcüğünü bu kadar vazgeçilmez kılan nedir? İstikrar, küresel sermayenin ekonomik prog- ramı yeni liberal politikaların uygulanmasına devam etmektir. Ekonominin komutasını IMF ve Dünya Bankası'na teslim etmek, çalışanların ekmeğini her geçen gün biraz daha küçültmek, sendika düşmanlığı, köylüyü perişan etmektir. İstikrar, tüm kaynakların kapitalistlere aktarılmasının kesintisizce devam etmesidir.

Bizler bölündükçe, patronlar kazanıyor
Suni gündemler keskin kamplaşmalar yaratsa da gerçek saflaşma burada belirmektedir. Yeni-liberal politikaları uygulamakta kararlı siyasal güçlerle mağdur olan milyonlar arasındaki büyük çelişki açığa çıkarılmadıkça kaybetmeye devam edeceğiz.
Bugün anlamlarından uzaklaşmış gözüken sağ ve sol, ancak bu çelişki üzerinden yeniden gerçek bir siyasal taraflaşmaya dönüşebilir. AKP'ye destek veren yoksullar yeni-liberalizme karşı mücadele alternatifini görmedikçe Tayyip'in eli güçlenecektir. Yeni-liberal politikalara karşı gerçek bir mücadele sergilenmedikçe Baykal ve darbecilerin emekçileri laik-dindar olarak bölme planı bozulamayacaktır.

Yeni-liberal saldırıya karşı direnişi örgütleyelim!

30 yıl yeter! Yeni-liberal politikalara son vermenin zamanı geldi. Seçimler IMFci partilerin yalanlarına değil, gerçek sorunların dile getirilmesine ve gerçek bir direnişin başlatılmasına sahne olmalı. İnsanca yaşayacak ücretler ve sosyal haklar kadar sağcılığa, darbeciliğe, milliyetçiliğe son vermekte merkezine yeni- liberal politikaları yenmeyi koyan bir mücadeleden geçiyor.
Sol gerçekten sol olacaksa kendini bu zemine dayandırmak zorunda. Bütün büyük güçlerin yeni-liberalizm bayrağını sağladığı bugün eğer emekten yana bir siyasal alternatif oluşturulacaksa mücadeleye buradan başlamak zorunda.
23 Temmuz sabahı nasıl bir parlamento olursa olsun karşımızda azgın bir yeni liberal hükümet bulacağımız kesin. Özelleştirmeye, sağlık ve eğitim haklarının gaspına, emeklilik yaşının yüksetilmesine karşı direnişi bugünden yükseltmek zorundayız.
Küresel Eylem Grubu'nun aralıksız yürüttüğü kampanyalar, yeni liberal saldırıya karşı mağdurların birleşik mücadelesi için sayısız imkan yaratıyor. Kampanyalara katılmak ve yaygınlaştırmak, işte bu adım kazandırır. Yeni bir sol buradan doğacaktır.


Yeni-liberalizm nedir?

Yeni-liberal ekonomik politikalar 30 yıldır tüm dünyada uygulanıyor. IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla tüm hükümetler küresel sermayenin önündeki engelleri kaldırmak için çalışıyor. Amaçları:
- Kamu sektörünü, yani eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, alt yapı yatırımları gibi vergilerimiz aracılığıyla finans edilmesi ve topluma ücretsiz olarak geri döndürülmesi gereken alanları piyasalaştırmak, özel şirketlere açmak,
- Devleti küçültmek adı altında kamu sektöründe çalışanların sayısını azaltmak,
- Kapitalistleri vergilendirmeden kaçış,
- Sosyal harcamaları kısmak,
- Sanayi ve hizmet üretimini tamamen özelleştirmek,
- Ekonomiyi kuralsızlaştırmak, her şeyin piyasa tarafından belirlendiği vahşi rekabetin önünü açmak,
- Sendikaları etkisiz kılarak çalışanları bölmek ve pazarlık gücünü baltalamak.
- Tarımsal nüfusu büyük oranda tasfiye etmek, bu alanda büyük şirketlerin egemenliğini sağlamak,
- Ücretleri aşağı çekmek, şirket kârlarını artırmak.


IMF ve Dünya Bankası ne işe yarar?
IMF 1944 yılında, kardeş kuruluşu Dünya Bankası ise 1945'te kuruldu. Birlikte çalışan iki kurumun amacı, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin küresel düzeyde istikrarını sağlamak, şirketlerin tam hakimiyetinin önünü açmak sağlamak, az gelişmiş ülkeleri kredilendirme ve yapısal uyum programları aracılığıyla borçlu kılarak G-8'in düzenini sağlamaktı.
Türkiye IMF'ye 1947 yılında üye oldu. Dönemin CHP tek parti hükümeti Dünya Bankası'yla birlikte IMF'ye ekonominin direksiyonunu teslim etti. Türkiye ekonomisinin öncelikleri uluslar arası şirketlerin çıkarlarına uygun hale getirilirken, iç ve dış borçlanma yönünde ilk adımlar atıldı.
27 Mayıs 1960 darbesi ile ekonomide IMF rolü daha da güçlendi. 1961 yılında ilk yapısal uyum programı devreye sokuldu. Programın özelliği, biriken borçların ana parasına dokunmadan sadece faizlerin ödenmesi, Türkiye ekonomisinin borçlanmaya devam etmesi ve IMF tarafından koyulan hedef- lere uyum için tüm engellerin kaldırılmasıydı.
Ancak Türkiye'de yeni-liberalizmin esas saldırısı 24 Ocak 1980'de alınan ekonomik kararlarla başladı. İşçilerin, köylülerin, fakirlerin elindeki son kırıntıları da çalmak kolay değildi. 12 Eylül darbesi yeni-liberal prog- ramın uygulanmasının başlıca yöntemi oldu.
IMF ve DB yıllarca tüm hükümetlerin prestijli ortakları olarak gösterilse de maskeleri 1999-2001 ekonomik krizlerinde düştü. Yapısal uyum prog- ramları duvara tosladı. Çalışanların ücretleri yüzde 40 oranında geriler- ken, yüz binlerce kişi, işini kaybetti. Ancak IMF talepleri doğrultusunda kurtarılan bankaların yükü bizim sırtımıza atılırken, Türk kapitalistleri zenginleşti. En yoksul ile en fakir arasındaki gelir farkı 25 kata fırladı.
IMF'ye elini veren kolunu kaptırır. 36 yıl boyunca toplam 19 yapısal uyum programı yürürlüğe sokuldu. Programların çoğu öngörülen hedeflere ulaşamadı. Ancak sonuçları büyük çoğunluğun aleyhine oldu. Tarımsal nüfus azalırken, kırdan kentlere göç arttı, yedek iş gücü ordusu işsizlerin sayısı katlanırken, çalışan nüfusun ücretleri sürekli aşağı çekildi. IMF ve DB'ye borç faizlerini ödemek için tüm kaynaklar seferber edilirken, gelen krediler Türk kapitalistlerinin hizmetine sunuldu. Zaten yoksul olan Türkiye toplumu her IMF prog- ramında biraz daha yoksullaştı.
Yıl 2007. Türkiye'yle birlikte IMF programlarını yıllarca uygulayan ülkelerin ezici çoğunluğu borçlarını kapattı, yapısal uyum programlarına imza atmaktan vazgeçti. Ancak AKP hükümeti geçen ay bir kez daha yeni niyet mektubuyla yapısal uyum programına devam dedi. Sonuç 10 milyondan fazla işsiz, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşayan milyonlar, ürün yetiştirmesine izin verilmeyen yüzbinlerce köylü, ücretleri sürekli gerileyen çalışanlar ve dünyanın en borçlu ülkesi konumuna gelmek oldu. IMF'nin bugün 74 ülkeden toplam 34 milyar dolar alacağı bulunuyor, Türkiye'nin borcu ise 13.1 milyar dolar.


Yeniden sendikal aktivizm
IMF 1944 yılında, kardeş kuruluşu Dünya Bankası ise 1945'te kuruldu. Birlikte çalışan iki kurumun amacı, İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin küresel düzeyde istikrarını sağlamak, şirketlerin tam hakimiyetinin önünü açmak sağlamak, az gelişmiş ülkeleri kredilendirme ve yapısal uyum programları aracılığıyla borçlu kılarak G-8'in düzenini sağlamaktı.
Türkiye IMF'ye 1947 yılında üye oldu. Dönemin CHP tek parti hükümeti Dünya Bankası'yla birlikte IMF'ye ekonominin direksiyonunu teslim etti. Türkiye ekonomisinin öncelikleri uluslar arası şirketlerin çıkarlarına uygun hale getirilirken, iç ve dış borçlanma yönünde ilk adımlar atıldı.
27 Mayıs 1960 darbesi ile ekonomide IMF rolü daha da güçlendi. 1961 yılında ilk yapısal uyum programı devreye sokuldu. Programın özelliği, biriken borçların ana parasına dokunmadan sadece faizlerin ödenmesi, Türkiye ekonomisinin borçlanmaya devam etmesi ve IMF tarafından koyulan hedef- lere uyum için tüm engellerin kaldırılmasıydı.
Ancak Türkiye'de yeni-liberalizmin esas saldırısı 24 Ocak 1980'de alınan ekonomik kararlarla başladı. İşçilerin, köylülerin, fakirlerin elindeki son kırıntıları da çalmak kolay değildi. 12 Eylül darbesi yeni-liberal prog- ramın uygulanmasının başlıca yöntemi oldu.
IMF ve DB yıllarca tüm hükümetlerin prestijli ortakları olarak gösterilse de maskeleri 1999-2001 ekonomik krizlerinde düştü. Yapısal uyum prog- ramları duvara tosladı. Çalışanların ücretleri yüzde 40 oranında geriler- ken, yüz binlerce kişi, işini kaybetti. Ancak IMF talepleri doğrultusunda kurtarılan bankaların yükü bizim sırtımıza atılırken, Türk kapitalistleri zenginleşti. En yoksul ile en fakir arasındaki gelir farkı 25 kata fırladı.
IMF'ye elini veren kolunu kaptırır. 36 yıl boyunca toplam 19 yapısal uyum programı yürürlüğe sokuldu. Programların çoğu öngörülen hedeflere ulaşamadı. Ancak sonuçları büyük çoğunluğun aleyhine oldu. Tarımsal nüfus azalırken, kırdan kentlere göç arttı, yedek iş gücü ordusu işsizlerin sayısı katlanırken, çalışan nüfusun ücretleri sürekli aşağı çekildi. IMF ve DB'ye borç faizlerini ödemek için tüm kaynaklar seferber edilirken, gelen krediler Türk kapitalistlerinin hizmetine sunuldu. Zaten yoksul olan Türkiye toplumu her IMF prog- ramında biraz daha yoksullaştı.
Yıl 2007. Türkiye'yle birlikte IMF programlarını yıllarca uygulayan ülkelerin ezici çoğunluğu borçlarını kapattı, yapısal uyum programlarına imza atmaktan vazgeçti. Ancak AKP hükümeti geçen ay bir kez daha yeni niyet mektubuyla yapısal uyum programına devam dedi. Sonuç 10 milyondan fazla işsiz, günde 1 dolardan daha az gelirle yaşayan milyonlar, ürün yetiştirmesine izin verilmeyen yüzbinlerce köylü, ücretleri sürekli gerileyen çalışanlar ve dünyanın en borçlu ülkesi konumuna gelmek oldu. IMF'nin bugün 74 ülkeden toplam 34 milyar dolar alacağı bulunuyor, Türkiye'nin borcu ise 13.1 milyar dolar.
Volkan Akyıldırım


GÖRÜŞ
Baskın'ın kıymet-i harbiyesi
Bağımsız aday çıkarmanın iki ayrı ve çelişkili nedeni ve amacı var. Ve dün resmileşen adaylar arasında bunların ikisini de görmek mümkün.
Birinci amaç, sosyalistleri, sosyalist örgütleri kurtarmak. Nedeni belli: Türkiye'de sosyalist sol, en büyük partisinden en küçük 'dergi çevresi'ne kadar, çok uzun zamandır kan kaybediyor, küçülüyor, toplumsal radarda ve etkilemeyi umduğu kitlelerin gözünde görünmez hale geliyor.
Bunu, genel seçimlere katılan partiler kesin ve aritmetik bir şekilde biliyor: Her seçimde oyları azalıyor. "Seçimler sosyalistler için önemli değildir, önemli olan propaganda yapabilmek, taraftar kazanabilmektir" diyerek durumu geçiştirmek artık mümkün değil, çünkü toplumun yüzde 1'ini bile en azından oy verecek kadar bile heyecana getiremeyen bir sosyalist parti açık ki propaganda filan yapamamaktadır.
Ama seçimlere girmeyenler, en küçük partiler ve dergi çevreleri de, herkesin gördüğü aritmetik kanıtlar olmasa bile, aynı durumda olduklarını iyi biliyor. Kadrolarının erimesi, yeni ve genç kadrolar kazanmanın giderek zorlaşması, çevrelerinin daralması, dışarıdan bakanlara da, kendilerine de malûm.
Bu sosyalist sol, 30-40 yıl önce geliştirilmiş ve geçmişte bile geçerliği çok kuşkulu olan "teorik" yaklaşımlarla bugün dünyayı açıklamaya çalışıyor; geçmişin kahramanlıklarını anlatarak bugün taraftar kazanmaya çalışıyor; geçmişte yanlışlığı kanıtlanmış stratejileri bugün zaten kendilerinin bile uygulama olanakları kalmamışken (hangi örgütün silahlı mücadele yapacak gücü var?) hâlâ anlatmaya devam ediyor. Dolayısıyla, yeni kuşak militanların ilgi alanlarına ilgi duymuyor; yeni kuşakla ilişki kuramıyor; anlamsızlaşarak küçülmeye devam ediyor.
Dahası, bu sosyalist solun geniş kesimleri ne Kemalizmle ne de Stalinizmle hesap kesebilmiş, geçmişin sistematik bir eleştirisini yapamamış (yapmak ihtiyacı da duymamış) olduğu için, yakın gelecekte toparlanma şansına da sahip değil.
Bağımsız aday çıkarmanın bir nedeni, bu solun "ortak aday", "sosyalist blok", "halk cephesi" gibi yöntemlerle kendini toparlamasını sağlamaya çalışmak. Bu, başarı şansı olmayan bir girişim olduğu gibi, bağımsız aday çıkarmanın ikinci ve geçerli nedenini de zedeleyen, zararlı bir girişim.
İkinci ve geçerli neden şu. Bağımsız adaylar, miyadını doldurmuş sosyalist parti ve çevrelerin ilgilenmediği ve ilgilense bile ilginç gelmediği geniş kitleleri, yeni kuşağı, genç kampanyacıları, yani Baskın Oran'ın ifadesiyle "dışlananları, ezilenleri, yıpratılmışları" heyecanlandırabilir, hareketlendirebilir, bir araya getirebilir. Birlikte çalışarak, seçim kampanyası ve başka kampanyalar yaparak birbirlerini tanımalarını, karşılıklı güven ilişkileri kurmalarını, yeni bir ses yaratmalarını ve çok daha geniş çevreleri de heyecana getirmelerini sağlayabilir. Yeni bir oluşumun, siyasete gerçekten müdahale edebilecek kitlesellikte yeni bir solun ortaya çıkmasına yol açabilir. Yeni bir umut olur.
Ama bunun başarılabilmesi için, bağımsız adayın geçmişte yaşayan örgütleri değil, Baskın Oran ve Ufuk Uras gibi geniş kitleleri temsil edebilme yeteneğine sahip olması ve bunun geniş kitlelerce böyle algılanması gerek. Tek özelliği sosyalist örgüt üyesi olmak olan bir bağımsız aday, sadece sosyalistleri heyecanlandırır, onların dışında hemen herkesin "Ha, sosyalistler yine bir numara çekiyor!" diye düşünmesine yol açar. Baskın ile Ufuk'un kampanyalarına da zarar verir.
Sadece İstanbul'da yaşadığım için değil, bu nedenlerle de Baskın ve Ufuk için heyecanlanıyorum ve çalışacağım. Diğer bağımsız adaylar için değil.
Roni Margulies