Sosyalist İşçi 287 (23 Haziran 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa


IRKÇILIĞA DUR DE
Genellikle insanların eşit olmadığına, bazılarının diğerlerinden daha 'iyi', daha 'üstün' özelliklere sahip olduğuna inanılır. Biyolojik üstünlükler bir türlü kanıtlanamadığı için bugün artık ırkçı ve milliyetçiler genellikle kültürel üstünlük kanıtlama gayretindeler.
Oysa halkların belli bir genin etkisiyle oluşan özelliklerinden dolayı birbirlerinden ayrılmasının ve buradan bir ırklar hiyerar- şisi üretmenin bilimsel olarak bir dayanağı yoktur. Bu anlamda biyolojik ve genetik olarak ırklar da yoktur. Antropolojinin bugünkü verileriyle insanı ırklara ayırmak mümkün değildir.
Irkçılık ve kapitalizm
Alex Callinicos ırkçılığın kapitalizmin dünya ölçeğinde üretim tarzı olmasıyla ortaya çıktığını vurgular. 17. ve 18. yüzyıllarda köle emeğinin kullanılması sürecine bağlı olarak ele alınabilir bir kavramdır ırkçılık. Özellikle bu dönemde sömürge- lerde kurulan plantajlarda önemli bir işçi yoğunlaşması yaşanır. Irkçılık da plantaj aristokrasisi denebilecek bir sınıfın ideolojisi olarak şekillenmeye başlar. Yeni dünya'daki (Amerika kıtası) sistemli kölecilikle ırkçılık ideolojisi atbaşı gider.
Sömürünün özgür ücretli emeğe dayalı olduğu kapitalizm, ortaya çıkışında, kardeşlik, eşitlik, özgürlük söylemlerini kullandı. Ancak, burjuva devriminin temel ilkeleri olan bu kavramlar gerçek durumla tamamen çelişir. Çünkü kapitalizmde sınıflar vardır ve bu sınıflar toplumun zenginliğinden aynı derecede faydalanamaz. Söyleminde eşitlikçi olan kapitalizm gerçeklikte yarattığı eşitsizliği açıklamak zorundadır.
Ayrımcılığa neden ihtiyaç var?
Eğitimi farklı iki işçiye, vasıflı-vasıfsız ayrımı yaparak farklı ücret ödeyen kapitalist aynı bölme yöntemini iki farklı ulustan işçi için de kullandığında ırkçılık ortaya çıkar.
Örneğin Türkiye'ye 1990'larda Bulgaristan'dan göçmek zorunda kalan 'soydaşlarımıza' Türkiye'de yaşamakta olan 'has' Türklerden daha az ücret ödenmiştir. Söylemde 'soydaşlara Bulgar mezalimi' ezberini elden bırakmayan kapitalist sistem, iş para vermeye gelince, birden ırkçı ayrımcılığa başvurur ve göçmen işçinin eşit emeğine daha az para verir. Dünyanın her yerinde göçmen işçilere uygulanan ırkçı ayrımcılık örnekleri sayısızdır.
Aynı ülke sınırları içine hapsolmuş çeşitli halklardan insan grupları arasında da ayrımcılık yapılır, biri diğerlerine üstün tutulur. Egemen ulusun üyesi olan işçiler de ırkçı ideolojinin etkisine açıktır. Irkçılık egemen ulusa mensup işçinin, kendisini, kendi ulusundan patronla özdeş görmesini sağlar.
Sermaye sahipleri açısından ırkçılık, işçiler arasındaki bölünmüşlüğü sağlamlaştırmaya en el- verişli ideolojidir. Kendini patronuyla aynı kimlikle (ırk, milliyet, ulus, ulusal ortak çıkar, vatan sevgisi vb) tanımlayan egemen ulus üyesi işçi ırkçılığın kapitalist sınıfın hizme-tinde olduğunun da gös-tergesidir. Bu sayede ırk-çılık çalışan sınıfları böler ve ortak düşman olan kapitalizme karşı mücadelede güçsüz bırakır.
Ucuz emek
Konunun ucuz emek boyutu da önemlidir. Kapitalistler açısından kârlarını maksimize edebilmek için değişken sermaye giderlerini düşük tutmak zorunludur. Konumuz açısından sınırlarsak, bunun bir yolu da ucuz emek ithalidir.
Gelişmiş kapitalist ülkeler önce köle ticaretiyle başlattıkları ucuz emek kullanımını bugün de göçmen işçiler sayesinde sürdürü- yorlar.
Göçmen işçiler genellikle bir eğitim gerektirmeyen ağır işleri yaparlar ve göçtükleri ülkenin işçileri- ne ödenenden daha az ücret alıp daha kötü koşullarda çalışırlar. Ayrıca göçmen işçinin eğitim masrafı da yoktur.
Böylece sermaye sahipleri işçi piyasasında yaratılan taleple ücretleri aşağı çekebilir. Bu iki şeyi birden başarır:
1. Herkesin ücretleri düşük kalır. Kapitalistin masrafı azalır.
2. Göçülen ülkenin egemen ulusuna ait işçiler göçmen işçileri düşman olarak görmeye başlar. Çünkü 'onlar yüzünden' ücretleri düşmekte ve çalışma koşulları kötüleşmektedir. Örneğin ABD'de işçi sendikaları Çinli ucuz işçilere karşı kampanyalar yapmıştır. İşte böylece hem ırkçılık ideolojisi sağlamlaşmakta hem de sömürünün gerçek nedeni gizlenebilmektedir.
Özetle ırkçılık modern kapitalizme özgü bir ideolojidir. Var olmayan ırklar üzerinden yapılan ırkçılık elbette egemen sınıfların hizmetinde bir fikirler bütününün adıdır.
Irkçılık-milliyetçilik
Irkçıların bile ırk kavramını kullanmaktan kaçınmaya çalıştığı günümüzde ise onun ikiz kardeşi olan milliyetçilik devreye sokuluyor. Tıpkı ırkçılık söyleminde olduğu gibi, milliyetçilik söyleminde de patronlarla işçiler arasında bir ortaklık olduğu hissi ve inancı yaratılmaya çalışılır.
Sermaye birikiminin belli sınırlar içinde daha kolay denetlenebilir olması gerçeğinden yola çıkan milliyetçilik de egemen sınıfların hizmetinde bir fikirler bütünüdür. Dikkat edilirse, kapitalizmin yıkılmasından değil sürdürülmesinden yana olan bütün siyasi hareketler milliyetçiliği çeşitli ölçülerde kullanırlar.
Emeğiyle geçinen insanları sisteme bağlamanın iki en önemli ögesi ırkçılık ve milliyetçiliktir. Her iki ideoloji ülke içinde bir ulusun diğer etnik unsurlara üstünlüğünü iddia ederken, bir yandan da ülke sınırları dışında yapacağı savaşlara gerekçeler yaratır.
Cengiz ALĞAN


Hepsinin sıfatı milliyetçi
Millet, milliyet, milliyetçilik kavramları sözlüklerde bile ulus, ulusçuluk kavramlarıyla aynıdır. Ama bugün çeşitli çevreler bu kavramlardan birini ya da diğerini kullanmayı tercih ediyor.
En milliyetçi parti olan MHP ve BBP, kendi tekellerinde gördükleri için, elbette hiç çekinmeden milliyetçilik kavramını tercih ediyor.
Sağ partiler de genellikle milliyetçilik kavramını kullanıyor. Kemalizme vurguyu daha yoğun yapan CHP, DSP gibi partiler ve ordu ise ulus ve ulusçuluğu tercih ediyor. O da yetmediğinde "biz Atatürk milliyetçisiyiz" söylemi devreye giriyor. Bunun nedeni milliyetçilik kavramının yıpranmış, sorgulamaya açılmış olması. Asıl olarak da faşist partilerle özdeş görünmekten kaçınma kaygısı.
Utangaç solcular da aynı nedenlerle ulus kavramını kullanıyor. Bayrak-silah üzerine yemin törenleri düzenleyen kafatasçı 'Kuvayı milliyeciler' vatan ve vatanseverlik terimlerini kullanırken, onlarla aynı yerde anılmaktan çekinen utangaç solcular kendilerine yurtsever diyor.
Yurt ile vatan arasında bir ayrım yokken yurtsever ile vatansever arasında neden fark olsun?


Milliyetçilik yükseliyor mu?
Bu soruya, hiç böyle bir tehlike yokmuş gibi, tümden hayır demek doğru olmaz. Milliyetçilik elbette bir ölçüde yükseliyor. Bunun birden fazla nedeni var.
Öncelikle seçimler yaklaşıyor. Her seçim döneminde siyasi partiler çeşitli söylemleri arasına milliyetçiliği de yerleştirirler. Çünkü ortak çıkar ve bu ortak çıkarın 'dış düşmanlar' tehdidi karşısında korunacağı iddiası oy toplamada kolay bir kapı açar. Yüzyılların önyargılarından bir anda tüm toplumun sıyrılmasını beklemek anlamsızdır.
Ancak Türkiye'de yükselmekte olan milliyetçilik kendiliğinden bir 'milli uyanış' falan değil. Belli çevreler tarafından bilinçli bir şekilde şırınga edilmeye çalışılıyor.
Son dönemin cumhuriyet mitingleri, Kürt düşmanlığı çağrıları, Kuzey Irak'a girme naraları, artan asker cenazeleri ve cenazelerde gösteri yapan faşistler bu 'belli çevreler'in kimler olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Başta ordu, Kemalizmin yılmaz savunucularının tamamı milliyetçiliğin yükselişinde önemli rol üstleniyor. Statüko rejiminin bekçileri halka milliyetçiliği pompalamak için darbe çağrısı yapmaya kadar varan bir pervasızlık sergiliyor.
Paniğe kapılan, kemalizmin etkisinden bir türlü kurtulamamış bazı sol gruplar da milliyetçiliğin prim yaptığını görüp yurtseverlik mesaisi yürütüyor. Oysa milliyetçi söylemi güçlendiren her türlü yeni (?) tanım da en milliyetçilere, yani MHP, BBP gibi faşist partilere yarıyor. Faşist hareketin eli güçleniyor, söylemi tabana yayılıyor.
Tüm çabalara rağmen, yine de milliyetçilik istenildiği düzeye yükseltilemiyor. Bunu anketlerde AKP'nin alacağı oy oranlarından ve karşısında tartışmaya açılan CHP-MHP ittifakı çabalarından da anlayabiliriz. İki milliyetçi parti, ordunun, cumhurbaşkanının ve bürokrasinin de desteğini arkalarına almış olmalarına rağmen, AKP karşısında birleşmek zorunda hissediyor.


Die Linke ne yapabilir?
Die Linke (Sol parti) ilk kez bir Batı Alman eyalet parlamentosuna temsilci yolladı.
Bremen eyalet seçimlerinde yüzde 8.4 oranında oy alarak parlamentoya girdik ve sosyal adalet bir kere daha Bremen parlamentosunda sesini yükseltti. Eski partiler seçimlerde ağır kayıplara uğradı.
WASG olarak 2005 seçim başarısının arkasından bu seçimler yeni-liberalizme ve yeni-muhafazakarlığa karşı çıkışımızın güçlü bir göstergesi oldu.
Mevcut politikalara karşı alternatifin politik güce dönüşebileceğini gösterdik. Die Linke’nin desteği büyüyor. Son kamuoyu yoklamalarına göre yüzde 10’un üzerinde bir destek var.
Almanların üçte ikisi hükümetin Afganistan’daki askeri varlığına ve emeklilik yaşının 67’ye çıkarılmasına karşı.
Nüfusun yaklaşık yarısı Heiligendamm’daki G8 toplantısına karşıydı. Alman hükümetinin halka karşı politikalar yürüttüğü bugünlerde en yaygın görüş.
Resmen bağımsız olmalarına rağmen gerçekte Sosyal Demokrat Partiyi destekleyen Alman sendikalarında Die Linke’ye destek büyüyor. Politik tartışmalarda sendikaların etkisinin nasıl arttırılacağı yoğun bir biçimde tartışılıyor.
Alman sendikalarında işyeri sorunları çok önemli olmasına rağmen daha geniş bir politik bilinç gelişiyor ve bu sadece IG Metall, Verdi ve GEW gibi solcu sendikalarda değil, daha geniş bir hareket içinde böyle. Sendika hareketi içinde sendikaları sadece işyeri sorunları ile sınırlı tutmanın yanlışlığı artık daha geniş kabul görüyor. Sendikaların işçilere saldırılar, iş ve yaşam koşullarının düzeltilmesi ile de uğraşması gerektiği vurgulanıyor. İşsizlerin sorunlarına eğilinmesi isteniyor.
Artık başarı da politik tartışmalara bağlı olarak görülüyor. Şimdiye kadar Sosyal Demokrat Parti (SPD) sendika hareketinin politik kanadı olarak görülüyordu. Ne var ki artık SPD’nin politik amaçları sendikaların amaçları ile çatışıyor.
Alman sendikaları taleplerini geri çekmiyorlar ve hükümet üzerinde baskı yapıyorlar. Ve şimdi sendikalar başka hareketlerle de ittifaklar kuruyor.
Önde gelen bir sendika lideri “Die Linke bir alternatif olarak yükselmeye başladığından beri artık SPD ile daha kolay tartışabiliyoruz” diyor.
Ne var ki Die Linke çalışmalarını parlamenter çalışma ile sınırlayamaz. Parlamenter çalışma ile yeni liberal politikaların kurbanı olan halk arasında ilişki kurmak zorundayız.
Diğer toplumsal hareketler ve sendikalarla ittifak içinde yeni liberal saldırılara karşı mücadele edeceğiz. Bizim sosyal alternatiflerimiz daha şimdiden çok popüler. Uzun çalışma saatlerine, özelleştirmelere, ücret kesintilerine ve sosyal devletin yıkılmasına karşı savaşıyoruz.
Die Linke’nin bir başka görevi daha var. hükümet seçim öncesi vaadlerde bulunup sonra bu vaadlerini tutmayınca demokratik sistemi ağır bir biçimde yaralıyorlar. İnsanların politik mücadeleye inançlarını korumalarına yardımcı olmalı ve yaratıcı potansiyallerini öne çıkarmalıyız.
Refahın yeniden örgütlenmesi politikalarımızın temelini oluşturuyor. Kapitalizm insanlara ağır sorunlar yaratıyor.
Die Linke ulusal ve uluslararası ölçekte yoksulla zengin arasındaki büyüyen uçuruma karşı mücadele etmelidir. 1945’den bu yana ilk kez Almanya’da solun önünde önemli bir şans var.
Anny Heike ve Thomas Handel

Anny Heike ve Thomas Handel, Die Linke adı ile birleşen iki partiden biri olan WASG’ın üyesidir. WASG eski Batı Almanya’da güçlüydü, Die Linke’nin diğer birleşeni olan PDS ise eski Doğu Almanya’da güçlüydü.


GÖRÜŞ
Yaşasın proletarya diktatörlüğü?
Siyaset elini çamura sokma sanatıdır, temiz kalma becerisi değil. Temiz kalmak kolay: Her zaman ve her koşulda "Yaşasın proletarya diktatörlüğü!" diye bağırmak, işçi sınıfının çoğunluğu AKP'ye oy verirken "Kahrolsun dinci gericilik!" diye haykırmak, memlekette 20 küsur yıldır muzaffer bir grev olmamışken "Haydi greve! Haydi işçi sovyetlerine!" diye slogan atmak hoştur, güzeldir, temizdir; ama siyasetle alakası yoktur. Siyaset, bugün ile özlenen yarın arasındaki ilişkiyi gerçekçi bir şekilde kurma sanatıdır; bir kenarda durup özlenen yarını tekrar tekrar ve en yüksek sesle bağırma inatçılığı değil.
Örneğin, Troçkist bir uzak arkadaşımız bu seçimlerde bağımsız aday. Ayrıntısını bir kenara bırakalım, büyük ölçüde katıldığım bir sosyalist program sunacak seçmenlere. Ve 300 oy alacak! Kazanmak için birkaç on bin oy gerekirken! Dediklerini ne kimse duyacak, ne kimse hatırlayacak. Ama o, tertemiz doğruyu söylemiş olacak, içi rahat edecek, sosyalistliğine halel gelmemiş olacak. Ellerini kirletmediği için böbürlenecek, bizleri küçümseyecek. Ama siyaset de yapmamış olacak!
Bizler "Yaşasın proletarya diktatörlüğü!" değil, "Baskın'a, Ufuk'a oy ver" diyoruz. Bunu diyerek komünistliğimizden ödün vermiş, vazgeçmiş, parlamenterizme teslim olmuş mu oluyoruz? Yoo; sadece güncel durum ile proletarya diktatörlüğü arasında daha pek çok adım olduğunun, işçi sınıfının bir günden bir güne AKP'ye oy vermekten sosyalist programa oy vermeye atlamayacağının bilincinde olarak, bugünün gerçekliğinden yarının olasılıklarına geçmenin yollarını arıyor oluyoruz.
Ne çok isterdim, fabrika fabrika gezerek, "Haydi barikatlara!" diye bağırıp her fabrikadan yüzlerce işçiyi aramıza katarak, kartopu gibi büyüye büyüye, "Seçimlerden bize ne? Tüm iktidar sovyetlere!" diye bağıra bağıra yürümeyi. Ve birgün böyle yürüyeceğime inandığım için sosya-listim. Ama sosyalizm bu inancı tekrarlamaktan ibaret değil, gerçekleşmesi için gerekli somut, gerçekçi adımları bulmakla ilgili bir şey.
Somut gerçeklik şu: İşçi sınıfı mücadelesi bugün belki de hiç olmadığı kadar (belki darbe dönemlerinde olduğu kadar) düşük bir düzeyde. İşçi sınıfının çok geniş kesimleri (başta öncü işçiler olmak üzere) ya AKP'ye oy veriyor ya CHP'ye; ya Müslüman ya milliyetçi (ya daha da kötüsü). Bu ikiliği kırmadan, bu memlekette adım atmak mümkün değil.
Bu ikilikten rahatsız olan devrimcilerin sayısı belli; gücümüzün yetersiz olduğu belli. Ama rahatsız olan fakat devrimci olmayan, bizim dışımızda daha pek çok insan var. Hep birlikte pek çok şeyi kırabilir, değiştirebiliriz.
İşçi sınıfı iktidara yürüyor olsa, ne gerek var başkalarıyla uğraşmaya! "Tüm iktidar sovyetlere" der, yürür gideriz. Durum böyle olmadığına göre, ya böyleymiş gibi davranacağız, bir hayal dünyasında soyut sosyalizm propagandası yapacağız ya da ne kadar sevimsiz olursa olsun gerçek durumla ilgileneceğiz.
Gerçek durum, en ufak bir adım atabilmek, en ufak bir değişikliği gerçekleştirebilmek için, proletarya diktatörlüğüne inanmayan, ama ilk birkaç adımı birlikte atmak isteyenlerle beraber çalışmak gerekliliği. Farklılıklarımızı değil, hemfikir olduğumuz alanları ön plana çıkararak, hoşgörüyle, anlayışla, sabırla birlikte çalışma gerekliliği. Becerebilirsek bugünü yarına bağlama doğrultusunda adım atmış oluruz. Beceremezsek devrimciliğimizle baş başa ve yalnız kalır, dünya- yla ilgili hiçbir şey yapmamış oluruz.
Roni Margulies