Sosyalist İşçi 291 (21 Temmuz 2007)
Başka bir dünyada cinsiyetçiliğe yer yok
Küresel BAK, Küresel Eylem Grubu, Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe kampanyalarında en önde yürüyen, Medikomu Vermiyorum eyleminde, 28 Nisan KEG eyleminde kürsülerin sahibi olan bizler şimdi Üsküdar'da, Kadıköy'de, Taksim'de, Şişli'de, Kızılay'da cinsiyetçiliğe ve kadınların ezilmesine karşı politikaları öne çıkararak bildiriler dağıtıyoruz ve ayrımcılığın her türünü teşhir etmek için muazzam bir enerji harcıyoruz. Darbecilere dur derken başörtülülerin haklarını savunuyoruz, ırkçılığı teşhir ederken Kürt kadınlarla dayanışıyoruz, savaşa hayır derken sokaklara çıkmakta zorlanan, sınır kapılarında kendine yer arayan Iraklı kadınlar için bağırıyoruz.
Hızı hiç kesilmeyen bir mücadele dalgasının içindeyiz. Hem de ABD'deki savaş karşıtı eylem fotoğraflarından Mısır'daki tekstil işçileri grevine kadar tüm karelerinde kadınların avaz avaz bağırdığı bir dalganın. Anti-kapitalist hareketin dünyada yayılmaya başladığı 1999 Seattle gösterilerinden beri kapitalizmin ölümcül sonuçlarıyla sadece kitaplarla, broşürlerle, gazetelerle değil sokakta kitleselleşerek mücadele ediyoruz. Şimdi yürütmekte olduğumuz 22 Temmuz seçim kampanyalarına rengini veren yine bu kampanya sürecinin getirdiği ve yeni sola ait ezber bozan tüm yeniliklerin militan savunucuları haline gelmiş olan kadınlar. Tutucu ve ayrımcı tüm eski sol anlayışlara karşı özgürlükçü fikirleri savunan kadınlar.
İstatistiklere göz atan her-kes cinsel eşitsizliğin, ayrımcılığın, şiddetin ve savaşın sonuçlarının kadınlara yansıyan boyutları karşısında şaşkınlığa uğrayacaktır. Türkiye'de kadınlara yönelik şiddetin son bir yılda yüzde 76 arttığını, aile içi şiddete maruz kalan kadın sayısının 2006'da 14 bin 989 olduğunu, Türkiye'nin 115 ülke içinde cinsiyet temelli eşitsizlikler açısından 105. olduğunu, çalışan kadınların yüzde 70'inin evlenip çocuk sahibi olduktan sonra eve hapsolmak zorunda kaldığını, başörtüsü takan yüzde 60'lık kesimin tüm kamu alanından dışlandığını gösteren sonuçlara, Irak'ta 2 milyonu bulan ve büyük çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu mültecileri, Afganistan'da hızla artan intihar oranlarını, Filistin'de ve Lübnan mülteci kamplarında susuz ve elektriksiz yaşayan kadınları da ekleyelim.
Neo-conların özgürlük vaadiyle başlattığı savaşlarda, çok uluslu şirketlerin yılda 360 dolara kadın işçi çalıştırdığı (Nike) serbest çalışma bölgelerinde yaşam savaşı veren kadınları yansıtan tek şey bu rakamlar değil elbette. 1960'ların ve 70'lerin mücadele dalgasından sonra yukarıda resmetmeye çalıştığım tüm eşitsizliklere "Başka bir dünya mümkün" sloganıyla meydan okuyan yeni bir hareket var ve Kenya'da yapılan Dünya Sosyal Forumu'nda mikrofonu tutanlar onlar. Güney Afrika'da nerdeyse bir aya yakın süren kamu çalışanları grevinde ellerinde pankartlarla direnenler, Latin Amerika'dan dünyaya umut yayanlar ve Hepimiz Ermeniyiz diye yürüyen yüzbinlerin büyük çoğunluğunu oluşturanlar bu mücadeleci kadınlar.
Cinsiyetçilik böler
Altı yıldır yaptığımız kampanyalarla hareketin birliğini sağlamaya çalışıyoruz. Bunu ancak "ezilenleri ve dışlananları" bölen ideolojilerle savaşarak yapabiliriz. Çünkü kapitalizm eşitsizliği insanları cinsiyet, ırk ve ulus temelinde bölerek besler ve teşvik eder. Bu bölücü ideolojilerin en eskisi cinsiyetçiliktir. Hareketi bölen cinsiyetçi fikirlerle savaşmadan, kadınların taleplerini mücadelenin genel talepleri haline getirmeden bu sistemin yıkılması mümkün değildir. Çünkü cinsiyetçilik sadece kadının hayatını zorlaştırmakla kalmaz erkekler, kadınlar ve hatta çocuklar arasında eşitliğe dayalı özgür ilişkilerin gelişmesinde engeldir.
Bugün işgücünün kayda değer bir parçasını oluşturan kadın işçilerin, kampüslerinde mücadele eden üniversiteli kadınların birer aktivist olarak her kampanyada öne çıkmaları hayatlarını sarmalamış olan sorunları birbirine bağlamada gösterdikleri politik yeteneğin sonucudur. Bu ise tüm dünyada yeni solu oluşturan aktivist neslin ortak özelliğidir. Sosyalistlerin savunduğu şey tam da budur. Daha iyi bir dünya ancak biz dizi temelde yürüyen mücadelelerin birliğinden geçer. Küresel ısınma, yoksulluk, ırkçılık, savaşlar kar değil paylaşım üzerine kurulu bir sistem için savaşmamızı gerektiriyor. Fakat kadınlar üzerindeki sistematik baskıya karşı mücadeleyi bu sürecin asli parçası haline getirerek. Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu'nda bulunan ayrımcı tüm yasalara karşı, bekaret kontrolünde hala savcılara yetki veren anlayışa karşı, cinsel yönelim ayrımcılığını suç olarak tariflemeyen sisteme karşı, töre cinayetlerini nitelikli adam öldürme olarak görmeyen düzenlemelere karşı savaşmak zorundayız.
Kadın hareketin doğduğu her dönem toplumun bir bütün olarak radikalleştiği dönemlerdir. Kadın hareketinin kazandığı tüm haklar ise ezilenlerin mücadelesiyle kadın sorunları bağlanabildiği oranda gerçekleşmiştir.
Politik bir sıçrama ile kendini ifade eden tüm aktivistler bu bağı kurmadan yeni bir solu inşa edemezler. Kadınlar kurtulmadan başka bir dünya mümkün değildir!
Kota ve pozitif ayrımcılık
Bugün parlamentoda kadınlar sadece yüzde 4.4 oranında temsil ediliyorlar. AKP ve CHP'nin kadın adayları seçilse bile sadece yüzde 20'lik bir yüzdeye sahip olabilecekler. ÖDP adaylarının yarısı kadın olan tek partiyken, kota ve eşbaşkanlık uygulamalarıyla cinsiyetçiliğe karşı mücadele eden diğer bir parti DTP. Fakat en iyi ihtimalle oluşacak meclis aritmetiği ise kadınların yüzde 7 oranında meclise girebileceğini gösteriyor. Bu cinsiyetçi sistemin parlamenter yüzü. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar ceylan derisi koltuların ancak bu kadarını işgal edebiliyorlar.
KADER (Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği) başta olmak üzere bir dizi kadın örgütü İskandinav ülkeleri hariç tüm Avrupa ülkelerinde yasal zorunluluk olan kotayı tüm partilere kabul ettirmeye çalışıyorlar. Belirledikleri yzüde 30'luk oran kadın erkek arası eşitsizliğin olduğu bu sistemde kadınların pozitif ayrımcılıkla öne çıkarılmasını hedefliyor.
Bir reform talebi olarak destelenmesi gerekir, fakat kadın sorununun çözümünde kotaya atfedilen büyük önem gerçek taleplerin gölgede kalmasını sağlıyor. Nasıl 1970'lerde hareket özgürlük yerine eşitlik sloganını benimsedi ve orta sınıfın kariyer hedefleri uğruna geri çekildi, bugün de kadın sorununun gerçek çözümünü görmezden gelen olan orta sınıf bir eğilim mevcut. KADER'in kurucuların Yeşim Arat şöyle diyor: "Nitekim milletvekilleri, üniversite eğitimi almış, ekonomik bağımsızlığı olan, kendilerine güvenen, siyaseti takip edebilecek zamanı olan kişilerden oluşur. Böyle bir kadın kotası yok değildir ama erkeklerinkine oranla küçüktür." (08,04,2007 Radikal) Yeşim Arat'ın yukarıda niteliklerini saydığı kadınlar eğitim almamış, asgari ücretle sendikasız çalışan, çocuğunu kreşe yollayamadığı için işten çıkan, ücretsiz mesaiye kalan kadınları kurtarabilir mi? Haklarını savunmaktan imtina ettikleri başörtülü kadınları kurtarabilir mi?
Hem sendikalarda hem de partilerde kadın kotası politikası sorunu çözmeye yetmez. Tüzüklerinde kurulduğundan beri bu maddeleri barındıran KESK'teki kadın yönetici sayısına baktığımızda kağıt üzerinde yazılan oranın ne kadar gerisinde olduğunu görmek mümkün. Çünkü pozitif ayrımcılık sadece seçimlerde hatırlanacak bir politika değil. Her toplantıda, her eylem örgütlenmesinde, her grevde zaten önde olan insiyatiflerinin kadınları hareketin liderliğine taşıması için kadınları kadın sorunları dışında da politikleştirmeye çabalayan bir hareketin oluşması gerekiyor. Kreş hakkı, eşit işe eşit ücret taleplerini sadece Nimet Çubukçu'ya mektup yazarak değil bu talepleri işçi sınıfının genel talepleri haline getirip bunun için grev yapacak bir hareketin inşası gerekiyor. Yani militan kadın ve erkek işçilerin öfkesini örgütleyecek yeni bir sol gerekiyor!
Adamı hasta ederler
Sicko deyimi Amerikan agrosuna 1970'lerde girmiş. Kabul edilemez bulunan, çoğunlukla da fena halde can yakan hareketleri gerçekleştiren insanlar için kullanılıyor. Bizdeki "hasta herif"in bir nevi tezahürü ama "psikopat" tarafından... ABD popüler kültürü üzerine kitap ve belgeselleriyle tanınan Michael Moore'un yeni filminin ismi bu..
Moore belgeseline, 300 milyon Amerikalı'nın 50 milyonunun sağlık sigortası olmadığı bilgisini vererek giriyor. Çeşitli sağlık sorunları yaşayan orta sınıf ailelerin hikayeleri üzerine kurulu belgeselin konusu baştan belli: Sağlık sigortasına sahip şanslı çoğunluk ve aldıkları hizmet. Göreceklerimizi üç aşağı beş yukarı biliyoruz. Sağlık hizmetine ulaşamayan, kimsenin umursamadığı fakir kitleler ve bazı yanlış uygulamaların dramatik sonuçlarını hayatları boyunca taşımak zorunda olan, orta karar işlere sahip insanlar. Sicko'nun bundan fazlasını sunduğu kesin. Gazeteci bir kadının sendikalı makina operatörü kocasının kalp krizi geçirmesi, ardından kendisinin kanser olmasıyla dağılan "sigortalı" hayatları ilk gördüklerimiz. "katkı paylarını" ödeyecek paraları kalmadığı için kızlarının yanına taşınırken izliyoruz onları. Evdeki karmaşa bundan ibaret değil. Kızlarının kocası, tesisatçı olarak Irak'ta iş bulmuş, o gün yola çıkacak. Ardından 83 yaşında bir süpermarket paspasçısıyla tanışıyoruz. Kalp hastası, ancak sigortalı olduğu için tedavi masrafları ödeniyor. Ancak ilaçlar sigortasına dahil değil. Ölmemek için almak zorunda olduğu, pahallı ilaçları ödemek için ömür boyu çalışmak zorunda. Yani emekliliği doğrudan ıskalamış... Kâr üzerine kurulu bir "sektör" olan ABD sağlık sisteminin, doğal güdüsü gereği karını artırmak için sistemler geliştirdiği bir araba kazasıyla anlatılıyor. Kazanın ardından kurtarılan kadın, hastane ve ambulans masraflarını sigorta şirketine bildirmediği için faturanın kendisine ait olduğunu öğreniyor.
Özel sağlık sigortası anlaşması yapan şirketler "sağlam" olmayanı sigortalamıyorlar. Zayıflar, şişmanlar, binlerce hastalıktan birine sahip insanlar sigortalanmıyorlar. Herşey piyasa kurallarına göre tıkır tıkır işliyor. Bunlar birer münferit vaka olmadığını, Michael Moore'un internet sitesine bir hafta içinde buna benzer 25 bin hikaye ulaştığını öğrenince anlıyoruz. Tam paket sağlık sigortasının fiyatını karşılayabilen onlaca hastanın yatağa düşene kadar "gerek görülmediği için" tedavi hizmeti alamadığını görünce, fakir ve sigortasız olanları nelerin beklediğini düşünmeye gerek kalmıyor. Sistem yapılmayan her tetkik, uygulanmayan her tedavi için doktorları primle ödüllendiriyor. Hastalar kopan iki parmağından ucuza dikilebilecek olanı diktirip, ötekini feda etmek zorunda. ABD gelişmiş ülkeler içinde en yüksek bebek ölüm oranlarına sahip ülke. El salvador'da doğan bir çocuğun yaşama şansı, büyük bir endüstri kenti olan Detroit'ten daha yüksek. Özel sağlık sigortası sisteminin ABD'de ortaya çıkışı 1960'ların sonuna rastlıyor. Dönemin başkanı Richard Nixon'la iç işlerinden sorumlu danışmanıyla yaptıkları kısa konuşma sonucu ortaya çıkıyor. Nixon özetle ben sağlık sistemi için falan para ödemem diyor. Danışmanıysa meraklanmayın işi şirketlere verelim diyor ve böylece milyonlarca Amerikalı'nın kaderi belirlenmiş oluyor. Konuşma bantları hala dinlenebilir kalitede. Hiç fena değil diyor Nixon konuşmanın sonunda. Moore Kanada'yı, Fransa'yı, İngiltere'yi ve Küba'yı ziyaret ederek orada bir ABD vatandaşının alacağı tedaviyle kendi ülkesinde alacağı tedaviyi karşılaştırarak izleyicilere herkese sağlık hizmeti sağlamının ne imkansız ne de çok pahallı olduğunu gösteriyor. Herkesden ve herşeyden korkan, korkutulan insanların en kolay yönetilir insan grubu olduğu hatırlatılıyor. "Böylece emirlere uyup, en iyisini umut etmek dışında seçenekleri kalmaz." Türkiye'de getirilmek istenen sistem tam da Moore'un anlattığı ABD'deki sistem. Üniversitelerde medikoları, mahallelerde sağlık ocaklarını kapatacaklar. Sağlık paralı hale getirilip özel sigorta özendirilmeye çalışılıyor. Özetle adama SSK'yı bile aratırlar...Eğer engelleyemezsek nasıl bir sağlık sisteminin bizi beklediğini görebilmek için Moore'un belgeselini mutlaka izleyin.
Avi Haligua
GÖRÜŞ
Herkül Masis'e karşı!
Geçenlerde BirGün gazetesinde harika bir söyleşi yayınlandı. Söyleşiyi yapan anarşist, söyleşiyi cevaplayan da memleketin en eski Troçkistlerinden biri, iki sevgili arkadaşımız. Gazetecilik açısından güzel bir söyleşiydi, ama "harika" dememin nedeni bu değil. Söyleşinin harikalığı, söyleşenlerin amaçlarından bağımsız olarak, Türkiye solunun haldeki acıklı durumuna ışık tutmasında yatıyordu.
Sorulardan iki örnek vereyim:
"Bu yaklaşım... parlamento fetişizmine denk düşmüyor mu? Özellikle Baskın Oran'ın katıldığı çeşitli televizyon programlarında verdiği "ben sistem karşıtı değilim; sistemi işletmeyi ve düzenlemeyi amaçlıyorum" şeklindeki demeçler sosyalist solun arkasında durabileceği, umut vaadeden bir duruşu mu simgeliyor?
"...kampanya boyunca atılan adımlar ve şiarlar bir çeşit orta sınıf muhalefetine denk düşüyor diyebilir miyiz? Süreç, ezilenlerin doğrudan mücadeleleriyle bağlantı kurmaktan ziyade bazı aydınların, siyasi aidiyetsiz köşe yazarlarının önerileriyle şekillenmedi mi?"
Bir de cevaplardan:
"Alelacele mevcudu derlemeye, orta sınıfta kendilerini demokrat ve liberal olarak gören insanları etkilemeye çalışılıyor". [Türkçe hatası metnin kendisinde, kusura bakmayın.]
"Belli kesimlerde partili bir mücadelenin anlamlı olmayacağı, seçimden seçime birtakım amorf ittifaklarla siyaseten yetinme anlayışı belirmiştir. Bu aldatıcı bir doyumdur".
"Bu projenin DTP açısından büyük bir anlamı var, ama sosyalist hareketin inşasını kendine dert edinmiş kesimler için bu projenin anlaşılır bir yanı yoktur".
Geçtiğimiz altı haftada, yukardakilere benzer pek çok eleştiri duydum. Hepsi birbirinden harika! Ve hepsinin ortak yönü solcu ve sosyalistlerden duyuluyor olmaları. Sokaklarda, mahalle aralarında ise "Sizi gidi orta sınıf liberaller!" eleştirisini ve benzerlerini hiç duymadım. Oralarda MHP ve CHP üyeleri tarafından tehdit ediliyoruz, o kadar.
O kadar sıkıldım ki soldan gelen afaki, kılı kırk yaran, ille hata arayıp muhakkak bulan, apolitik eleştirilerden! Ama şunun şurasında 4-5 gün kaldı. Troçkist arkadaşımız "anlaşılır bir yanı yoktur" demiş ya, benden daha yaşlı ve daha deneyimli bir Troçkist olmasına rağmen, son bir kez anlatmaya çalışayım.
Zaten kendisi de, deneyimli olduğunu söyledim ya, cevabın başlagıcını, temel noktasını biliyor belli ki. Şöyle demiş: "Bütün bunlar işçi hareketinin, sosyalist hareketin çok zayıf olduğunu ve öncelikle bunun inşa edilmesi gerektiğini gösteriyor. Toplumsal hareketleri, sınıf hareketlerini inşa etmediğiniz takdirde istediğiniz kadar taktik uydurun!"
Birincisi, evet, işçi hareketi çok zayıf, mücadelesi ve mücadeleciliği yıllardır dibe vurmuş bir düzeyde. Demek ki, "işçi sınıfının şanlı adayları" diye ortalığa çıkmak hiçbir anlam ifade etmeyecek, hiçbir gerçekliğe denk düşmeyecek.
İkincisi, evet, toplumsal hareketleri, sınıf hareketlerini inşa etmek gerek, ama bunlar şu anda işyerlerinde, fabrikalarda değil, daha genel siyaset (milliyetçilik, ırkçılık, çevre, kadın sorunu) düzleminde oluşuyor, inşa oluyor. Demek ki, bu inşa sürecine genel siyaset alanında katkıda bulunmak gerek.
Üçüncüsü, "istediğiniz kadar taktik uydurun!" lafı bir sosyalist için tuhaf bir laftır; seçimlerde ne yapılacağı tümüyle taktik bir meseledir! Baskın ve/veya Ufuk'un kazanması, zayıf olan işçi sınıfına moral verecek, toplumsal hareketlerdeki büyük kalabalıkları heyecanlandıracak, inşa sürecine katkıda bulunacaktır. Devrim yapmış olmayacağız elbet, taktik bir adım atmış olacağız.
Roni Margulies