Sosyalist İşçi 295 (25 Ağustos 2007)
KADINLAR HAREKETİ BÜYÜTÜYOR
Dünyanın neresine bakarsanız bakın sosyal hareketlerin, siyasal mücadelelerin, antikapitalist kampanyaların odağında kadınlar var ve katılımcılar içerisinde giderek büyüyen bir çoğunluklar.
Dünya nüfusunun yarısını kadınların oluşturduğunu düşünürsek bu normal gözükebilir. Ancak ayrımcılık, eşitsizlik, cin- siyetçilik ve aile kurumunun kuşatmasına maruz kalan kadınlar, erkekler kadar çok olmalarına rağmen hep hiçe sayıldılar. Sosyal yaşamın dışına itildiler.
Yeni-liberal muhafazakarlığa karşı
1960'lara, ABD'nin Vietnam yenilgisinin ardından tüm ezilenler gibi kadınların mücadelesi damgasını vurdu. Katı ahlakçılık ve aile kurumu baştan aşağı sorgulandı. Kadın hakları siyasal mücadelenin olmazsa olmaz bir parçası olarak yer etti. Dünya devriminin son provası 1968 hareketi, büyük oranda bir kadın hareketiydi. Ancak 68 yenildi ve yeni-liberal saldırı başladı.
1980'li yıllar ailenin yüceltilmesi ile geçti. Yeni-liberal muhafazakarlık aile değerlerini kutsuyor, cinselliği doğurganlıkla eşitliyordu. Kadının çocuk doğurmak ve iyi bir eş olmakla yükümlü olduğu görüşü sistematik olarak topluma dayatıldı. Ancak 90'ların sonunda durum değişmeye başladı.
Yeni-liberalizmin önünü açtığı kapitalist küreselleşme yeni sektörler yarattı. Eğitim, sağlık, sigorta ve bankacılık gibi kurumların büyümesi, ortaya milyonlarca kişiyi istihdam eden bir hizmet sektörü çıkardı. Bu sektörde çalışanların çoğunluğunu kadınlar oluşturuyor.
"Çalışıp kocasına yardımcı olan ve akşam eve döndüğünde iyi bir eş" olmak zorunda bırakılan kadınların hayatı zorlaşsa da sosyal hayata katılımları sosyal mücadelelerde de öne çıkmalarını sağladı. 90'ların kapanışına Seattle'da Dünya Ticaret Örgütü'nün binlerce antikapitalist tarafından basılması damgasını vurdu, orada kadınlar çoğunluktaydı.
Anti-emperyalist mücadelede
kadınlar
Yeni-liberalizme karşı direniş ve savaş karşıtı hareketin doğuşu, kadınların mücadeleye kitlesel olarak katılımının önünü açtı.
Antikapitalist hareket, cinsiyetçiliği baştan sorguluyor, kadınlar özgür olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini bir önkabul olarak ele alıyordu. Bunu lafta bırakmıyor, geleneksel sol ve sendikal hareketteki durumun aksine pratikte bunu gerçekleştiriyordu. Kadınların ezilmişliğine dair farkındalık, hiyerarşik ve bürokratik olmayan örgütleniş, doğrudan demokrasi gibi yeni hareketin temel özellikleri kadınlara öne çıkma ve erkeklere ise değişme şansı sağladı.
Savaş karşıtı harekete kadınların katılımıysa çok daha geniş boyutlu. Irak'taki ABD işgali ve Ortadoğu'da işlenen suçlar 4 kıtada birden kadınların başını çektiği hareketler tarafından mahkum ediliyor. Başörtülü ve başörtüsüz kadınlar anti-emperyalist mücadelenin bel kemiğini oluşturuyor.
Türkiye'de de
kadınlar önde
Türkiye'de dünyanın yolunu izliyor. 1 Mart tezkeresini yırtıp, Türkiye'nin Irak savaşına dahil olmasını engelleyen savaş karşıtı hareketin çoğunluğu kadınlar. Küresel BAK aktivistlerinin çoğu kadın, binlerce savaş karşıtının yürüdüğü kortejlerde kadınlar hep çoğunlukta.
Küresel Eylem Grubu'nun 2005'ten bu yana yürüttüğü küresel ısınmaya karşı kampanyalar en çok kadınlardan destek görüyor, KEG'de ezici bir kadın çoğunluğu var.
2000'lerde Türkiye'de gerçek bir muhalefetin açığa çıktığı her olay ve mücadelede durum aynı. Baskın Oran ve Ufuk Uras seçim kampanyalarında da bunu gördük.
Kadınlar her yerde harekete katılıyor, yön veriyor ve hareketi büyütüyor. En alta itilmiş, ezilmiş ve cinsiyetçiliğe maruz kalan kadınlar öne çıktıkça sistemin temelleri de sarsılıyor.
Tüm aşağıdan devrimler ve büyük mücadelelere kadınlar yön verdi. 1917'nin 8 Mart'ın da Petersburg fabrikalarında çalışan kadınlar 8 saatlik iş günü için greve çıkmalarını, Rus Çar'ının yıkılışı ve sosyalist devrim izledi. Rus Devrimi gibi 1871 Paris Komünü ve 1936 İspanya Devrimi de büyük ölçüde kadın devrimiydi.
Küresel kapitalizm kadınlar tarafından reddedilmeden yıkılamaz. Kadınları 2. sınıf gören geleneksel siyasetlerin karşısında onların önünü açan yeni bir sol siyaset, sosyal mücadelelerin büyümesi ve kitleselleşmesi 21. yüzyıl kapitalizmini de sarsacaktır.
Çöp Sepeti
"Şu anda Ankara'da 190 günlük su kaldı." Bu sözler, yılların eskitemediği Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek'e ait. Tarih 23 Aralık 2006. Bundan 7 ay yani 210 gün önce.
Bu açıklamalardan sonra Ankara'da ne yapıldı?
Önce beklendi. Sonra beklendi. Bunlardan yorulan yetkililerin çözüm için beklediği tahmin ediliyor. Sonra 22 Temmuz seçimleri geldi-geçti. Geçer geçmez de Ankara'da su kesintileri başladı. Borulardan "tıss" sesi halktan ise öfke dolu homurtular yükselirken Gökçek, sülfat oranının anormalliği ile meşhur Kızılırmak'tan su getirme projesine başladı. Bu arada kesintiler devam ederken Ankara'da iki boru patladı.
Ne olduysa ondan sonra oldu. Dikmen'de halk tankerlere el koydu, hızla yerel eylemler yapılmaya başlandı. Gökçek kesintileri savundu, halkın tepkisine ise "kadrolu eylemci bunlar" dedi. Fakat tepkiler gittikçe yükseldi.
Sonra Gökçek birdenbire suyu kesmemeye karar verdi. Gökçek ile görüşen Tayyip Erdoğan "Ankara'nın 4-5 ay (120-150 gün) suyu var; sonrasına Kızılırmak'tan su geliyor" açıklaması yaptı.
Bu yılan hikayesinin özeti bu.
Şimdi akıllarda birçok soru var.
Öncelikle "lan madem su vardı ne diye günlerce halkı perişan ettiniz?"
Sonra akla takılan soru ise adeta havuz problemi gibi: "Ankara'nın 23 Aralıkta 190 günlük suyu varken 210 gün sonra 150 günlük suyu (yağış çok az olduğu halde) nasıl olur?" ve "Biri bizi kandırıyor mu ne?"
Son olarak Gökçek, zehirli çözümü Kızılırmak suyunda çalışan işçilerin parasını ödemiyormuş. "Biz hiç olmazsa kadrolu eylemciyiz. Gökçek taşeron işçiye parasını da ödemiyor!"
Ersin TEK