Sosyalist İşçi 296 (1 Eylül 2007)

 

Sayfa 6 :


1968, Fransız Komünist Partisi, Türk solu:
Ölü kuşakların geleneği yeniye karşı
Yeni sol, birilerini fena kızdırıyor. Türk solunun birbiriyle zıt ve düşman kesimleri aynı koroda buluşuyor: Liberalsiniz, siz örgütsüzlüğü savunuyorsunuz! Antikapitalist kampanyalarda mücadele eden aktivistler "zibidilik" ve "sululuk"la itham ediliyor.
Bu itirazlar yeni sayılmaz. 1968 diye anılan dönemde, dünya devrimi için ayağa kalkan yeni mücadeleci kuşakta benzer tepkiler almıştı.
Mayıs 68, Fransa
Dünya kapitalizmi 1960'ların sonunda derin bir siyasal ve toplumsal krize girdi. Vietnam Savaşı'nın uluslararası etkileri ve savaş karşıtı hareketin doğuşu, tüm dünyada yeni muhalefet akımlarının önünü açtı. Gençler dünyayı değiştirmek için öne çıktı. Hareketin en güçlü olduğu yer Fransa'ydı.
10 Mayıs'ı 11'e bağlayan gece Paris sokaklarında öğrenciler ve çevik kuvvet arasında kanlı çatışmalar yaşandı. Binlerce öğrencinin harekete katılmasını, Fransa'daki bütün okullarda boykot ve işgal dalgası izledi. 13 Mayıs'ta ülkenin en büyük işçi sendikası CGT, 1 günlük grev ve yürüyüş çağrısı yaptı. Greve 10 milyon işçi katıldı, bu mevcut sendikaların üye sayısının üç katı kadar işçinin harekete geçmesi demekti. CGT, Fransız Komünist Partisi'nin (PCF) kontrolündeydi ve tüm yönetici/temsilcileri PCF üyesi- ydi. PCF ve CGT, 1 günlük grevle işçilerin tepkisini boşaltıp onları yeniden işe döndüreceğini umuyordu. Ancak bir çok fabrikada işçiler CGT'yi dinlemedi- ler ve 'greve devam' dediler.
Süresiz grev kararı fabrikalarda birer birer alınırken PCF'nin yayın organı Humanite, grev hareketini yedinci sayfadan küçük bir haberle aktararak önemsizleştirmeye çalışıyordu. Ancak takvim 20 Mayıs'ı gösterdiğinde Fransa çapında 10 milyondan fazla işçi grevdeydi, bu gerçek bir genel grevdi.
PCF hareketi bastırır, grevi böler
Öğrenci hareketi ve grevci işçiler birleşmeye çalışıyordu. Ancak PCF buna karşıydı. Öğrencileri 'goşist' yani aşırı sol fikirlere sahip olup harekete zarar vermekle, 'provakatör' olmakla suçluyordu.
Öğrencilerle işçilerin birleşmesi Fransa'da bir devrim demekti. Nitekim Fransa cumhurbaşkanı ve sistemin simgesi olan Charles de Gaule, 29 Mayıs'ta Almanya'daki Fransız Garnizonu'na sığındı. Top ortadaydı artık: Bir yanda eski düzenin devamından yana olanlar, diğer yanda grev komiteleri kurup yeni bir dünya yaratmak isteyenler.
PCF düzen cephesinde yer aldı ve CGT aracılığıyla grev hareketini adım adım bastırdı.
PCF, stalinist bir parti olarak kendi kontrolü dışında gelişen her harekete kuşkuyla baktı ve hegemonya alanının dışında harekete geçen yeni mücadeleci kuşağı bir sorun olarak gördü. 1968, dönemin yeni solunun sisteme karşı verdiği mücadeleyle anılırken, PCF bu dönem boyunca hareketi bastırmak ve her türlü yeni sol fikri boğmak için uğraştı.
Gelişmekte olan yeni hareketi, yeni fikirleri, yeni sloganları ve yeni eylem tarz- larını varlığı için bir tehdit olarak gördü.
PCF sayesinde sadece Fransa değil Avrupa bir devrimin eşiğinden dönerken yeni-liberalizm saldırısını başlatacaktı.
Türk solu da
PCF'yi izliyor

Bugün yeni harekete ve yeni sola saldıranlar PCF'nin yolunu izliyor. Bizden, eylemlerimizden, sloganlarımızdan, birleştiricili- ğimizden nefret ediyorlar.
Türk solu da PCF gibi kendi denetimi dışında bir hareket istemiyor. Kendiliğinden gelişen tüm hareketlere kuşkuyla bakı- yor. Alışageldik bürokratik merkeziyetçilik karşısında taban inisiyatifinin açığa çıkmasından hiç hoşlanmıyor. PCF'nin Fransız devrimci öğrenci hareketine olan nefreti, bu hareketin bürokrasiye, hiyerarşiye, emir komuta zincirine hayır demesiyle körükleniyordu. Bugün de savaş karşıtı ve antikapitalist hareketimiz bürokrasiye, hiyerarşiye açıkça karşı ve kendi örgütlenmelerini geleneksel örgütlenmelerden farklı kılmaya çalışıyor. Bu onu büyütüyor, geleneksel olansa eriyip gidiyor. İşte bu yüzden kızgınlar.
Türk solu da PCF gibi milliyetçi. "Bağımsızlık", "yurtseverlik" solda hakim değerler. PCF'de 1968 Mayıs'ın da Fransız bayrağının fabrikalara asılması çağrısı yapmıştı. PCF toplantıları Fransız milli marşıyla açılıyordu. Ancak Fransa'daki yeni hareket milliyetçi değil, enternasyona-listti. Paris bulvarlarını işgal eden öğrenciler "Paris, Roma, Berlin, Varşova, Budapeşte, Hep Aynı Kavga!" sloganını yükseltiyorlardı. Hem stalinizme hem de piyasa kapitalizmine karşı çıkan öğrenciler PCF'nin hışmına uğradı. Günümüzün antikapitalist hareketi de milliyetçiliği reddediyor, 'evimiz dünya' diyor. İşte bu yüzden milliyetçi Türk solu bize saldırı-yor.
Türk solu da PCF gibi Stalin'in geleneğini izlemeye devam ediyor. Bu gelenek kitle mücadelesi yerine azınlığın eylemini, kitlelerin yaratıcı inisiyatifi yerine parti liderliğinin komutlarını, kitlelerin kendi iktidarı yerine partinin iktidarını savunuyor. Yeni sol özünde reformist, yani düzenin devamından yana olan bu fikirlere kulak asmıyor ve doğrudan demokrasiyi savunuyor. Parti ya da diğer örgütleri birer araç olarak görüyor. Şefleri, yanılmaz merkez komiteleri, her türlü ayrıcalığı reddediyor. İşte bu yüzden gerçek direniş örgütleri kuran bizler örgütsüzlüğü savunmakla suçlanıyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de iki gelenek karşı karşıya: Yukarıdan değişimi isteyenlerle aşağıdan değişimi savunanlar.
PCF, 1968 yılında Fransa'da hakim sol güçtü. O dönem sta-s linizm SSCB ve Doğu Bloku'ndaki iktidarının yansıra KP'ler aracılığıyla hegemonik sol akımdı. Ancak artık değil. Bizlere küfür ve iftirayla saldıranlar bugün küçük ve etkisiz bir azınlık.
Ancak soru hala ortada. Bir daha ki büyük toplumsal ve siyasal krize 'ölü kuşakların' eski fikirleri mi yön verecek, yeni ve devrimci fikirler mi? Biz ikincisinden yanayız. Bu yüzden savaşa ve yeni-liberalizme karşı direnen kampanyalar inşa ederken, bir yandan da devrimci partinin inşasını savunuyoruz. Stalinist PCF'nin yolunu değil, 1968'de ayaklananların geleneğini takip ediyoruz.
Volkan AKYILDIRIM


MedyaManyak
Köşe oligarşisi
Türk tipi köşe yazarlığı dünyanın başka hangi ülkesinde var bilmiyorum, ama en azından Batı ülkelerinde olmadığını söyleyebilirim. Belki kimi Afrika ve Asya ülkelerinin medyalarında da bizdeki gibi köşe yazarları mevcuttur ama, oralar pek de örnek alınacak yerler değil.
Türkiye'de gazeteler henüz kapitalist işletmelere dönüşmeden önce, yani patron-gazetecilerin sahipliğinde çıkıp farklı alanlardan başka şirketlerle aynı holdinglerin bünyesinde yer almadıkları devirlerde, bugünkü köşe yazarlarına hiç de denk düşmeyen fıkra yazarları mevcuttu. Fıkra yazmak ciddi bir işti, edebi düzyazı (nesir) türlerinden biriydi. Türk basınının efsanevi fıkra yazarları deyince akıllara mesela Hüseyin Cahit Yalçın, Falih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman gibi üstadlar gelir. Günümüzde o geleneği sürdüren kim var diye düşününce aklıma bir tek Çetin Altan geliyor. Aslında İlhan Selçuk da var, ama onun yazdıkları pek berbat şeyler maalesef.
Zaman değişiyor tabii, "aah, nerde o eski domatesler" muhabbeti yapmanın yeri burası olmasa gerek. Öte yandan, bugünün köşe yazarı milletine kafayı takmamakta da çok zorlanıyorum. Neden mi?
Her şeyden önce Türkiye'de aslında çok fazla köşe yazarı olduğunu söylemek isterim, ama bu nicelik bolluğunun bir nitelik patlamasını beraberinde getirmediği de aşikâr. Üstelik sürekli aynı insanlar "köşe yazıyor" yıllardır ve yıllardır. Aklım almıyor, her yıl yalnızca iletişim fakültelerinden mezun olan kaç bin genç var… Yazmaya eğilimi olanlar elbette iletişimcilerden de ibaret değil. Ama istifa etmiyorlar diye başarısız politikacılara Avrupaî Avrupaî kızan köşe yazarları da emeklilik nedir bilmiyor. Bu ne görev aşkı! Aralarında haftada 6 gün yazan var, yürüyen ansiklopedi olsan can dayanmaz.
Bu köşe yazarlarımızın büyük çoğunluğu Müesses Nizam'ın ideolojik hegemonyası altındadır ayrıca (ulusalcılık, milliyetçilik, vs.). Aralarındaki az sayıda liberal/demokrat da aslında düzen yanlısıdır ama yine de çoğunluk tarafından "satılmış, liboş, vs." olarak görülmekten kurtulamaz. Düzen karşıtı, sosyalist köşe yaza-rıysa ara ki bulasın… Sorarım size, bir Robert Fisk'in muadili var mıdır Türk medyasında? Michael Moore'un muadili televizyoncu da yoktur mesela.
İyi yazmak Türkiye'de köşe yazarı olmak için yetmez, ama kötü yazıp da saltanat kayığına binmek olasıdır. Kimi zaman "birinin birşeyi" olurlar, kimi zaman da aşk-meşk, börtü-böcek yazarlar. Hiçbir kalifikasyonu olmayanlar her konunun uzmanıdır. Öngöremedikleri seçim sonuçlarını beğenmeyince halka "bidon kafalı" derler. Özeleştiri mi, o da ne?
Yerim tükendiği için burada kesiyorum, sonra belki devam ederiz…
Burak COP