Sosyalist İşçi 318 (29 Mart 2008)

 

Sayfa 4:


Su yoksa hayat da yok!
Dünya en sıcak yıllarını yaşarken Irak’taki petrollerin geleceği için yapılan savaşta 1,5 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Petrol, kömür, doğalgaz tüketmeye devam eden kapitalist endüstri yeni bir felakete hazırlanıyor: Susuzluk.

Türkiye su fakiri
Genel kanının aksine, Türkiye su zengini bir ülke değil. Kişi başına düşen yıllık su miktarı 8-10 bin metreküp olan ülkeler “su zengini”, 2 bin metreküpten az olan ülkeler de “su fakiri” sayılıyor. Türkiye kişi başına düşen su miktarını son 20 yılda 4 bin metreküpten 1430 metreküpe düşürerek son sıralardaki yerini sağlamlaştırdı. 2030’a gelindiğinde ise bu miktarın 1000 metreküpün altına düşmesi bekleniyor. Başarısız su yönetimi, plansızlıklar ve yanlış politikalar bu ciddi krizin boyutunu belirliyor.
Ankara’nın içme suyu barajlarındaki su seviyesi sıfırında altına indiğinde bültenlerden çıkarılmıştı. İstanbul’unki %12’lik seviyeye kadar düşmüştü. Mevcut su buharlaşırken yağışların azalması kadar alt yapı hizmetlerine yıllardır yatırım yapılamaması sonucu yağışların depolanamaması ve temiz suyun kirli suyla karışması mevzuyu daha da karmaşık bir hale sokuyor. Bugün dünyamızda her 5 kişiden biri temiz suya ulaşamıyor. 2,4 milyar insan sağlıksız koşullarda yaşıyor.

Su savaşları kapıda
Bilim insanları suyun gelecekte petrolden daha değerli olacağını öngörüyorlar.
Sıkıntı ve kızgınlık şimdiden kendisini belli ediyor: Dünyanın en kurak kıtası Avustraya’nın en önemli su kaynağı olan Murray-Darling Nehri’nde tuz seviyesi tehlikeli boyutlara yükseldi. Çin’deki Sarı Nehir sanayi ve tarım sektöründeki aşırı tüketim nedeniye yok oluyor. ABD’deki tarım arazilerinin 1/5’ini sulayan Ogalla Aquifere Nehri aşırı pompalama nedeniyle giderek kuruyor. Türkiye Fırat ve Dicle üzerine inşa ettiği barajlar nedeniyle Iırak ve Suriye tarafından su kaynaklarını kurutmakla suçlanıyor.
Irak petrollerinin üretimini ele geçirmek için nasıl savaşlar oluyorsa, gelecekte de yeryüzündeki sular için savaşlar çıkacak.
Patronun umrunda mı dünya?
Geçen yıl en sıcak ay ve gün rekorları ardı ardına kırılmıştı. Aynı yıl toplanan Davos Dünya Ekonomi Forumu’nda 300 oturumdan sadece 17’si iklim değişikliği mevzusuna ayrılmıştı. Küresel sermayeyi yönetenler gezegenin geleceğiyle bu oranda ilgiliyken İngiltere’de yayınlanan bir rapor iklim değişikliğini ciddiye almanın ve bu konuda acilen hareket etmenin maliyetinin, hiçbir şey yapmamanın maliyetinden daha düşük olduğunu çarpıcı verilerle ortaya koyuyordu. Fakat, küresel sermayeyi yönetenlerin öncelikleri konusunda ise hala öne çıkabilmiş değil.
Dünyadaki suyun sadece %2,5’i tatlı su kaynaklarından oluşuyor. Baraj, göl ve akarsular ise %0,3’lük dilimi oluşturuyor. Yani içecek suyumuz bitti bitecek. Ancak bu miktar bile adaletsizce paylaşılıyor. Su, küresel sermayenin tercihlerine göre dağılırken, yanlış sulama politikaları yüzünden kuraklık tırmanıyor, verimli araziler yok oluyor. İçme sularının kullanım hakkı özel şirketlerin eline geçimiş durumda. Kaynak azaldıkça fiyat artacak, şirketler kazanacak. Su yaşamın yapıtaşıdır. Tüm canlıların ortak kullanımına aittir. Ticareti yapılamaz. Kaynakları pervasızca tüketilen dünyamızda suyun ortak ve adil paylaşımı için su kaynaklarını özel şirketlerden ve ulus devletlerin denetiminden kurtarmak gerekiyor.

Pricewaterhouse Coopers tarafından 1084 küresel şirketin başkanlarıyla görüşülerek yapılan bir araştımada “sizi en çok kaygılandıran sorunlar hangileri?” sorusu sorulmuş. Cevaplarda küresel ısınma öne çıkmamış. Başkanların en çok kaygılandıkları konuların başında “devlet müdahalesi” sorunu geliyor, bunu “aranan nitelikte işçi bulamama” sorunu izliyor. Çin ve Hindistan gibi ülkelerin rekabeti de onları kaygılandırıyor, ama küresel ısınma sondan ikinci sırada kalıyor.

Amerika’dan Geographical Research Letters (Coğrafi Araştırma Mektupları) dergisi uydulardan gelen verilere dayanarak bir makale yayınlandı. Araştırma, 2004 ve 2005 yılları arasında Kuzey Buz Denizi’ndeki buz tabakalarında çarpıcı değişiklikler olduğunu ortaya çıkardı. 2004-2005 yılları arasında daimi buz kütlesinden %14’lük (730 bin kilometrekare) alan yok oldu. Kyoto’nun miladı dolarken ABD yeni anlaşma girişimlerini baltalıyor. Türkiye adım atma konusunda ayak sürüme politikası izliyor. Kyoto’ya dahi taraf olmayan bu iki ülke gezegene sırtlarını dönüyor.

Tuna Öztürk


TMMOB yöneticilerinden vahim sözler
TMMOB’un düzenlediği iklim değişimi sempozyumu Türkiye’nin Kyoto’yu imzalamamasını destekleyen ve küresel ısınmaya karşı mücadeleye gerek olmadığını söylenen konuşmalara sahne oldu.
TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı’ya göre eldeki tek iklim anlaşması Kyoto emperyalistlerin oyunu ve Türkiye imzalamasa da olur. Soğancı görüşleriniaçıkça ifade etti: "Bu anlamda emperyalist güçlerin tamamen kendi çıkar politikalarına göre şekillendirdikleri, amacından sapmış ve işi "karbon ticareti"ne dönüştürmüş bu protokolü desteklemek veya onay vermek mümkün değildir. Ancak iklim değişiminin önlenmesine yönelik alınacak her türlü önlem, ülkelerin insanlığa karşı birinci görevidir. Ve bu, Kyoto'ya bağlı kalınmadan da yapılabilir. Yeter ki ekonomik kaygıları bir kenara bırakalım."
İklim değişikliği karşısında bilgili ve duyarlı olması gereken Meteoroloji Mühendisleri Odası Başkanı diğer başkanla hem fikirdi: "Dahası sermaye, iklim değişimi sürecini nasıl kara dönüştürebilirim hesapları peşinde. Kyoto ve Dünya Su forumu toplantıları da bu kapsamda değerlendirilebilir. Önleyemiyorsak eğer, küresel ısınmanın doğuracağı sorunlarla bir arada nasıl yaşayabileceğimizi bir an önce öğrenmemiz gerekecek."
Bunlar vahim sözler.
Hem iklim değişikliğinin sonuçlarını küçümsüyorlar, hem de Kyoto Porotokolü’nü imzalamadığı gibi daha radikal önlemler almaktan uzak duran George Bush ve Recep Tayyip Erdoğan’la yan yana düşüyorlar.


GÖRÜŞ
Elbette taraf tutuyoruz
Göz gözü görmez oldu. Çizgi filmlerdeki kavga sahneleri gibi: Büyük bir toz bulutunun içinden yer yer yumruk ve bacaklar çıkıyor, içinde ne olduğu görünmüyor.
Böyle durumlarda komplo teoricilerine gün doğar. Basit bir dış düşman arayanların sevinci sonsuz olur. Taraf tutmak istemeyenlerin hayatı kolaylaşır.
Türk solunda komplo teoricileri, dış düşman arayanlar ve taraf tutmaktan hoşlanmayanlar çok olduğuna göre, hayat hepsi için kolaylaştı. Ama hepsi için memlekette neler olduğunu anlamak iyice zorlaştı.
Komplo teoricileri, kimin kimi kullanıp kimi güçlendirerek kimi zayıflatmaya çalıştığını araştırıyor; dış düşman arayanlar için her taşın altından Amerika çıkıyor; taraf tutmaktan hoşlanmayanlar gericilerle darbeciler arasında tarafsız kalmanın zevkini çıkartıyor.
Oysa, yaşanmakta olan süreci anlamak için son birkaç haftanın olaylarına bakmak yeterli değil. Sınırdışı operasyon, türban yasası, Ergenekon operasyonu, AKP'yi kapatma girişimi, Erdoğan'ın Kürt paketi açıklayacağı söylentileri, Ergenekon'un devamı... Sadece bunlara bakarsak, gerçekten de her yer toz bulutu, yumruk ve bacaklar.
Yaşanan sürecin ayrıntılarını değil, bütününü anlamaya çalışmak gerek. Gizli güçlerle hayali düşmanlara değil, sınıfsal çıkarlara bakmak gerek.
Türkiye egemen sınıfının temsilcisi ve sözcüsü TÜSİAD'dır. TÜSİAD, yıllardır aynı şeyleri anlatıyor. Birincisi, ekonomik ve siyasi istikrar sağlayabilecek bir hükümet istiyor. İkincisi, neoliberal ekonominin gereklerini uygulayacak bir hükümet istiyor. Üçüncüsü, hem Avrupa Birliği'ne girmesini engelleyen hem de ülkede gereksiz gerginlikler yaratıp istikrarı bozan çeşitli sorunların (Kürt sorunu, laik-şeriatçı ikilemi, Kıbrıs sorunu, anlamsız anti demokratik uygulamalar) çözülmesini istiyor.
Türkiye'de 1980 darbesinden 2002 seçimlerine kadar, tam 22 yıl boyunca, Turgut Özal'ın başbakan olduğu beş yıl (1984-89) hariç, meclis çoğunluğuna sahip, istikrarlı, her istediği yasayı geçirebilen, doğru dürüst bir hükümet partisi olmadı. Bir günden bir güne ne yapacağı belli olmayan, istikrarsız, sallantılı koalisyon hükümetlerinin egemen sınıfa yaşattığı kâbus nihayet AKP'nin seçilmesiyle sona erdi. İşte, nihayet TÜSİAD'ın tüm taleplerini yerine getirebilecek güce sahip bir hükümet; işte TÜSİAD'ın tüm taleplerini altı yıldır tıkır yerine getiren bir hükümet.
Bu, Amerika'nın değil, Türk egemen sınıfının, TÜSİAD'ın hükümeti. Gerici veya şeriatçı değil, neoliberal ve muhafazakâr bir hükümet. Temel siyasetleri açısından, Almanya'da Merkel veya İngiltere'de Brown hükümetinden hiçbir farkı yok. Bu nedenledir ki, TÜSİAD'ın yıllardır yayınladığı her rapordaki her talebi tek tek hayata geçiriyor; bu nedenledir ki, her dönemeçte TÜSİAD'ın desteğini arkasında buluyor.
Ne var ki, hükümet partisinin hem İslamcı bir gelenekten geliyor olması, hem TÜSİAD'ın talepleri doğrultusunda bir dizi reform adımı atıyor olması, kemalistleri, derin devletçileri, reformlar sonucunda çıkarları zarar görecek olanları çileden çıkartıyor. Ve dolayısıyla direniyorlar. Cumhuriyet mitingleriyle, darbe çağrıları ve planlarıyla, cinayetlerle direniyorlar.
Büyük sermayenin taleplerini uygulayanlar ile darbe yapmaya çalışanlar arasında taraf tutmak zorunda mıyız? Evet. Şu anlamda: Demokrasiye sahip çıktığımız sürece, AKP'nin neoliberal uygulamalarını genel grev yaparak veya seçimlerde hükümeti devirerek engelleyebiliriz. Demokrasiden vazgeçersek ve darbeciler başarılı olursa, hem tüm özgürlüklerimizi kaybedeceğiz, hem de neoliberal siyasetler uygulanmaya devam edecek. Elbette taraf tutmalıyız. Demokrasiden yana.
Roni Margulies