Sosyalist İşçi 318 (29 Mart 2008)

 

Sayfa 9 :


26 Nisan’da niye sokağa çıkmalı?
AKP hükümeti Akkuyu’da ve ardından Sinop’ta nükleer santral kurmaya kararlı görünüyor. Küresel Eylem Grubu ise 26 Nisan’da nükleer santrallara karşı Türkiye çapında miting örgütlüyor. Miting Kadıköy’de gerçekeşecek.
Nükleere karşı çıkmak zorundayız. Çünkü nükleer enerji militarist teknolojinin kopmaz bir parçasıdır. Nükleer bombalar, ABD’nin küresel hegemonyasını garanti altına alan son çiviyi çakma gösterisinin parçası olarak Japonya’da kullanıldı.
Hiroşima ve Nagazaki kapitalizmin en iki yüzlü, en çirkin kitle imha uygulamasına maruz kaldı.
Nükleer enerji, kapitalist sistemin cüretinin göstergesidir. Kapitalist ekonominin askeri bir ekonomi haline dönüştüğü aşamanın, kapitalist pazarlar arası rekabetin askeri rekabet biçimine büründüğü aşamanın en kanlı simgelerinden birisidir.
Bölgesel güç gösterisine hayır!
Nükleer enerji, Türkiye’nin zaman zaman depreşen bölgesel güç gösterisi oyunununda önemli bir saldırganlık silahı haline gelebilir. Türkiye’nin nükleer santral yapması, yani nükleer silah yapmak için gerekli alt yapıyı oluşturması, bölgesel savaş politikalarına daha yatkın olması anlamına gelecektir.
Ölüm için istihdama hayır!
Sosyalistler, işçi sınıfının istihdamı ve işsizliğin azaltılması için mücadele ederler. Türkiye’de çalışabilir nüfusun yüzde 12’si işsiz. İşsizliğin yüksek oranı, hem hükümetin hem de nükleer lobinin işini bir ölçüde kolaylaştırıyor. Çünkü nükleer yatırımın işsizliğe çözüm olduğu anlatılıyor.
Bu büyük bir yalan. TAEK Sinop’ta halkı bu tartışmayı yaparak bölmeye ve nükleer santral yapımına ikna etmeye çalışıyor. Bir santralin ortalama maliyeti 5 milyar dolar. Ortalama ömrü 35 yıl olan nükleer santral yapımı için 5 milyar savurulacağına, Sinop’ta binlerce işçinin çalışabileceği iş yerleri açılabilir. Sinop’ta kapatılmadan önce yüzlerce işçinin çalıştığı fabrikalar yeniden açılabilir. Tehlikesi olmayan yeni iş alanları açılabilir.
Eğer mesele nükleer lobi açısından sadece istihdama yardımcı olmaksa, istemez kalsın! Yenilenebilir enerji alanına benzer yatırımlar yapılabilir.
Barbarlığın şovu
Kapitalizm kendi kendisine yok olmayacak. Yok olmayacak ama yok etmeye devam ediyor. Parçalı sermaye gruplarının askeri ve ekonomik rekabeti, tüm gezegeni tahdit ediyor. Nükleer santral, nükleer enerji, bu tehdidin, kapitalist yıkım sisteminin son büyük şovlarından birisi. Nükleer santrallar askeri amaçla yapılan üretimin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra enerji alanına aktarılmasıyla şekillendi. SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri de gerçek nitelikleri devlet kapitalisti rejimler olduğu için küresel kapitalizmin nükleer rekabetinin parçası oldular.
Oysa insanlığın nükleer enerjiye ihtiyacı yok. Kapitalizmin başarısı, bazı ürünlere sanki ihtiyacımız varmış duygusunu yaratabilmesinde.
Ne gezegenin, ne insanlığın nükleere ihtiyacı yok.
İşçi sınıfı nükleercilerin argümanlarını elinin tersiyle itmelidir. Nükleer santral kapitalizm demektir. 26 Nisan Kadıköy mitingi bu yüzden çok önemli. Nükleere ihtiyacımız olmadığını sendikalarla, onbinlerce işçiyle birlikte haykırmanın önünde hiçbir engel yok.
Şenol Karakaş



Nükleer küresel ısınmanın alternatifi mi?
Geçen haftasonu Enerji Bakanlığı tarafından yapılan bir açıklamaya göre içinde bulunduğumuz günler içerisinde açıklanacak olan ihale/yarışma 24 Eylül 2008’e kadar şirketlerin başvuruları için bekliyor olacak.
Tıpkı bir güzellik yarışmasındaki gibi bütün şirketler meziyetlerini, yatırımlarını ortaya dökecek ve en büyük temenninin “dünyada barışçıl nükleer” olduğu bir müzakere sürecinin ardından en güzel şirkete santral kurulması için izin verilecek.
Nükleere dair
safsatalar

Meclis İklim Değişikliği ve Küresel Isınma Komisyonu, konu hakkında çalışmalarını, araştırmalarını bitirmiş ve bir rapor yayınlamış. İklim değişikliği nedeniyle bulaşıcı hastalıların artacağı, ani hava olaylarının görüleceği, tüm canlıların yaşamının tehlikede olduğu gibi yıllardır haykırdığımız bilgiler bir kez daha Meclis raporlarında da tekrarlanmış oldu.
Raporda önümüzdeki yıllarda rüzgar enerjisine olan talebin artacağına dair cümleler tam heyecan uyandırırken hemen sonrasında Türkiye’de nükleer santral kurulmasının zorunlu olduğundan bahsediliyor.
Enerji açığının artacağı, varolan teknolojinin yetmeyeceği gibi cümlelerin ardından zaten uranyum ve toryum bakımından zengin olan Türkiye’nin nükleer santrala sahip olmasının şart olduğu yazıyor. Yani küresel ısınmanın çaresi olarak nükleer bize yutturulmaya çalışılıyor. Bu tam bir palavra. Türkiye’de bol bol olduğu iddia edilen toryum ile nasıl nükleer enerji elde edileceği tam bir muamma çünkü bugüne kadar toryum ile çalışan herhangi bir nükleer santral kurulmadı.
“ E ama nükleer santrallar küresel ısınmaya karşı bir alternatif, santralde karbon salınımı yok zaten toryum olmasa bile her yerden uranyum fışkırıyor” diyenlere ise ilk yanıtı ABD-MIT Üniversitesinden Neil Todreas versin: “ 2050 yılına kadar CO2 salınımını azaltmak için 1500GW gücünde yani şimdiki nükleer santral sayısının 5-6 katı santral gerekiyor.”
Buna uranyum rezervlerinin yetmeyeceği gibi hala çözülemeyen atık depolama alanlarının ne olacağı koca bir soru işareti.
İyi niyetli tahminlere göre nükleer santrallerde 1 kw/s enerji üretmek için 32 gram sera gazı salınımı yapılıyor.
Uranyum madeninin çıkartılması, işlenmesi, özel uçaklara konularak Türkiye’ye getirilmesi gibi bin bir türlü aşamada ne kadar CO2 salınımı yapılacağını ise hiç mi hiç hesaba katmıyorlar.
Meltem Oral


MARKSİZM, PARTİ VE SINIF
Sosyal Demokrasinin Doğuşu ve Reformizm
Marx ve Engels, Enternasyonal’in dağılmasından sonra hiçbir örgüte üye olmadılar fakat dünyanın dört bir yanındaki sosyalistlere önerilerde bulunarak hareketin bir parçası olmayı sürdürdüler. Özellikle, Marx’ın ölümünden sonra Engels’in evi uluslar arası işçi hareketinin liderlerinin buluşma noktası haline gelmişti.
Bu dönemde Almanya başta olmak üzere bir dizi ülkede kitlesel işçi partileri kurulmaya başlandı. Bu partiler kendilerin sosyal demokrat olarak tanımlıyordu ve içlerindeki en büyük parti Alman Sosyal Demokrat Partisi(SPD) idi.
Ne Marx ne de Engels bu partinin üyesiydi, en sert eleştirilerini bu örgüte yöneltiyorlardı fakat bunun sebebi her ikisinin de bütün yanlışlarına rağmen SPD’yi kendi partileri olarak görmelerinden ve hataları düzeltmek isteyişlerinden kaynaklanıyordu.
İşçilerin bağımsız örgütleri olmayan ülkelerde, Marx ve Engels ortak bir program gütmeyen işçi partilerinin ortaya çıkması gerektiğini savunmaya devam ettiler. Fakat sınıf hareketinin daha gelişkin olduğu ülkelerde, partileri marksizme kazanmaya çalıştılar hatta bazı bölünmelere olumlu yaklaştılar. Almanya, Fransa gibi ülkelerdeki partilere yoğun bir teorik ilgi göstererek yol göstermeye çalıştılar.
SPD’nin sınıf temelinden yoksun bir program etrafında Lasalle’cılarla birleşmesine Marx sert tepki gösterdi. Gotha Programının Eleştirisi’nde “özgür halk devleti”gibi sınıfsal temeli muğlak ifadeleri eleştirdi ve programı enternasyonalist olmamakla mahkum etti.
Engels dev eseri Anti-Dühring’i SPD içinde marksist fikirlerin hegemonyasını koruması için kaleme aldı.
Marx ve Engels, bir yandan parti içindeki her türden elitist fikre karşı işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı fikrini savunurken, bir yandan bütünüyle parlamentarizme batmakta olan SPD’yi eleştirdiler. Fakat buna rağmen iyimser bir biçimde SPD’nin kendi kafalarındaki proleter örgütü olabileceğini düşünüyorlar ve “dayanışma bağları” ile partiye bağlı kalıyorlardı.
Marx ve Engels, partinin yaptıklarının, söylediklerinden daha önemli olduğunu göremediler. İşçi hareketi henüz öğrenme, deneme ve yanılma dönemindeydi. Bu sebeple örgüt açısından Marx’ın anlayışı ütopik sosyalistlere, anarşizme ve küçük burjuva fikirlere karşı sosyalizmin teorik zaferini sağladıysa da hep muğlak kaldı.
Bu SPD’nin önderliğindeki II. Enternasyonal’de açığa çıktı. Karl Kautsky önderliğinde, sosyal demokrasinin temeli partinin sınıfı temsil ettiği anlayışı haline geldi. Bu açıdan bakınca sınıfın bağımsız eylemi küçümsenecek hatta korkulacak bir şey haline geliyordu. İtiraf edilmeyen gerçek şuydu: İşçi sınıfının reformist fikirlere yatkın olduğu bir ortamda sınıfın temsilcisi aslolarak reformist olacaktı.
Kautsky’ye göre parti “burjuva düşünürlerin bağımsız bilimsel araştırmalarına dayanarak işçileri toplumsal yasaları anladıkları bir düzeye yükseltmeliydi”. Bu durumda iktidarı işçi sınıfı adına ele geçiren parti olmalıydı, sınıfın kendisi değil.
Bu durumda devrimin nesnel gerekliliği ortadan kalkıyor ve her hareket işçi sınıfı partisinin parlamentoda çoğunluğu ele geçirmesine dönük bir adım haline geliyordu. Kautsky hala bir devrimin gerekliliğinden bahsetmesine rağmen “evrimci sosyalizm” anlayışı onu açıkça başka bir SPD lideri Bernstein tarafından ifade edilen reformizme götürüyordu.
Kautsky’nin anlayışı tüm dünyada sosyalistleri etkiledi, ta ki reformizm 1914’te yurtsever bir tutum takınarak savaş kredilerini onaylayıncaya kadar. Bu tarihsel ihanet, zaten uzun bir süredir bu konuda tartışmalar yürüten devrimci marksistleri başka çözümler aramaya itti.
Can Irmak Özinanır