Sosyalist İşçi 319 (4 Nisan 2008)
İran Devrimi’n den ders çıkarmak
Türkiye İran olur mu?
Dolayısıyla İran’da olan, sanıldığı gibi bir İslam devrimi değildi. İran’daki hareketin motor gücü işçi sınıfı eylemleri, kitle grevleriydi ve şeriat ancak bu eylemler tamamen yok edildikten sonra iktidara gelmeyi başarabildi. İran’da şeriatı iktidara getiren başörtüsünün serbest bırakılması ya da İslamcı bir partinin iktidardaki ikiyüzlü uygulamaları değil, bizzat solun işçi hareketini görmezden gelmesidir.
AKP’nin kapatılma davasına ve başörtüsüne ilişkin tartışmalarda, AKP’nin kapatılması ve başörtüsünün serbest bırakılmaması gerektiğini düşünen kesimin en büyük argümanlarından bir tanesi, İran’a da şeriatın bu yolla geldiği yönünde. Fakat bu iddialar gerçeği yansıtmıyor. İran’da şeriatın iktidara gelişi, ne bir parti iktidarı ne de başörtüsü takmanın zorunlu hale gelmesiyle oldu. İran’da şeriatın iktidara gelişinin en büyük sorumlusu aslında solun hatalarıdır.
İran’da aslında ne oldu?
1970’li yıllarda İran’da kent yoksulları ve geçici işçiler de eklendiğinde sayısı 3.5 milyona ulaşan bir işçi sınıfı vardı. 1977 yılının Haziran ayında, gecekonduları yıkmak için Şah tarafından Güney Tahran’a gönderilen polisler büyük bir direnişle karşılaştılar. Bu olay toplumun diğer kesimlerine örnek oldu. Rejim sert önlemler almaya başlayıp işverenler ücretleri düşürmeye başlaması üzerine, fabrikalarda muhalefet tırmanış göstermeye başladı. Grev sayısı arttı.
İran’da dini muhalefet ise o yıllarda sürgüne gönderildiği Irak’ta yaşayan Ayetullah Humeyni tarafından örgütleniyordu. Humeyni, tüccarların, kent yoksullarının, tüm Pazar esnafının liderliğini almış olsa da, bu kesimlerin protesto eylemleri, rejimi devirecek ağırlığa sahip değildi.
Ağustos 1978’e gelindiğinde, protesto eylemlerinin eriştiği düzey rejimin müttefiklerini kaygılandırmaya başladı. Şah sıkıyönetim ilan etti ve askerler ‘Kara Cuma’ olarak adlandırılan 8 Eylül günü Tahran’da binlerce göstericiyi öldürdüler.
9 Eylül’de Tahran’daki petrol rafinerisinde çalışan 700 işçi sıkıyönetim ilanını ve önceki günkü katliamı protesto etmek için greve çıktı. Grev 48 saat içinde İsfahan, Abadan, Tebriz ve Şiraz’daki rafinerilere sıçradı. Öne çıkan talepler yüzde 100 ücret artışı, yöneticilerin işten alınması, sosyal yardım ve hizmetlerin iyileştirilmesi, sıkıyönetime son verilmesi, gizli örgüt Savak’ın dağıtılması ve siyasi tutukluların serbest bırakılması idi.
16 Ocak 1979’da, ülke hala grevlerle ve gösterilerle çalkalanırken, Şah Mısır’a gitmek üzere ülkeyi terketti. Fakat 1978 hareketi, Rusya’daki sovyet benzeri işçi iktidarının bağımsız organlarını yaratamadı. Grev komiteleri devrim olanağı yarattı, ancak bu devrime önderlik edemedi.
Solun durumu
1978’de kitle hareketi ortaya çıktığı zaman tüm muhalefet örgütleri felç durumuna düştüler. Burjuva çıkarlarını temsil eden Ulusal Cephe ve Kurtuluş Hareketi bağımsız işçi sınıfı eylemliliğine karşı düşmanca bir tavır içindeydi. Ancak Tudeh’in durumu farklıydı; bunların etkisizliğinin nedeni ikameci olmasıydı. Sol, kolektif olarak, işçi sınıfını bir yana bırakmış, değişimin motoru olarak ilerici burjuvaziyi, köylülüğü ve silahlı mücadeleyi işçi sınıfının yerine ikame etmişti. Dolayısıyla, ne yazık ki, 1978’de işçi hareketi içinde en azından grev komitelerinin koordinasyonu çağrısında bulunabilecek bir sosyalist örgüt dahi yoktu. Kısa süre sonra bu boşluk işçi sınıfının çıkarlarına yabancı fikirler tarafından, Humeyni’nin liderliği ve İslam Cumhuriyeti’nin kurulması çağrısı tarafından dolduruldu.
Altı ayı bulan kitle grevlerine ve fabrika işgallerine karşın, devletin kurumları varlığını koruyordu. Ancak dini liderliğin ağırlığı kitleleri dizginlemek için hala yeterli değildi. Ülkede bir özgürlük rüzgarı esiyordu. Halkın daha önce büyük ölçüde sessiz kalmış kesimleri yeni fikirler, örgütlenmeler geliştiriyordu: Bunlar arasında en dikkat çekeni, eşit haklar talebinde bulunan kadın örgütleriydi. Kırsal alanda köylüler topraklara el koymaya başladılar. Geçici hükümet döneminde işçiler yeni grevlere gittiler.
Ülkenin her yerinde işçiler, köylüler, öğrenciler tarafından şuralar kuruldu. Ancak şuralar sınıfın bir bütün olarak çıkarlarını genelleştiremediler ve grev komitelerinin ilk aylarda olduğu gibi, işçi iktidarının bütünüyle biçimlenmiş organlarını geliştiremediler.
Stalinizmin bedeli
Rusya’nın etkisi altındaki Komintern (Komünist Enternasyonal), İran gibi görece geri bir ülkede bağımsız bir işçi sınıfı eyleminin olabileceğini düşünmenin bir saçmalık olduğunu öne sürdü. Bu tür ülkelerde, demokratik güçlerin kendisini öne çıkarmasına yardımcı olacak bir sınıf blokunun kurulmasına duyulan ihtiyaca göre hareket edilmesi komünistlerin rehber ilkesi olmalıydı. Toplumsal değişim aşamalar yoluyla gerçekleşecekti ve emperyalist güçlerin egemenliği altındaki ülkelerde ilk aşama demokratik aşama olacaktı. İşçi sınıfının kapitalizmden sosyalizme devrimci bir dönüşüm olarak yol alması, ancak bu aşamanın başarılmasından sonra mümkün hale gelecekti.
Tudeh Geçici Hükümet’in anti-emperyalist bir niteliğe sahip olduğunu düşünüyordu; bu nedenle de Mart ayı sonlarına doğru hükümet yeni İslami Cumhuriyeti’nin desteklenmesi için bir referandum çağrısında bulunduğu zaman, Tudeh referandumda olumlu oy kullanacağını ilan etti. İşçi hareketinin en yüksek düzeyine ulaştığı, şuraların ulusal ölçekte yaygınlaştığı zamanda sol, rejimin gerçek sınıf karakterini görme kapasitesinden yoksundu.
Solun içinde bulunduğu karmaşa, işyerlerindeki Humeyni yanlısı unsurların gücünü artırdı. Yaz ortalarında grevlerin keskin bir düşüş göstermesinin ardından, Eylül 1979’da, her işyerinde şura yerine İslami Dernekler’in kurulmasını öngören bir yasa çıkardı. Humeyni taraftarlarının oluşturdukları ağ, bu derneklerin kurulmasına zemin hazırladı. Rejim, işyerlerinde sınıf bilinçli bir liderliğin olmayışından kaynaklanan siyasi boşluk içinde, işçi militanlara karşı üstünlüğü ele geçirmeyi başardı. Şuralar bir daha toplanamadılar.
İktidarın, yönetici din adamları topluluğu tarafından ele geçirilmesi, devrim sonrası devletindeki iktidar boşluğunun bir yansımasıydı. Bu boşluk, solun mevcut olmayışından değil, fakat onun işçi sınıfına bağımsız bir strateji sunmamış olmasından kaynaklandı.
Dolayısıyla İran’da olan, sanıldığı gibi bir İslam devrimi değildi. İran’daki hareketin motor gücü işçi sınıfı eylemleri, kitle grevleriydi ve şeriat ancak bu eylemler tamamen yok edildikten sonra iktidara gelmeyi başarabildi. İran’da şeriatı iktidara getiren başörtüsünün serbest bırakılması ya da İslamcı bir partinin iktidardaki ikiyüzlü uygulamaları değil, bizzat solun işçi hareketini görmezden gelmesidir.
Dolayısıyla bugün de Türkiye’de eğer gerçek bir tehlikeden söz edeceksek, bu, şeriat değil, darbe tehlikesidir. Üstelik darbe olursa, bugün yok ama, ileride bir gün olası bir şeriat tehlikesini bile durduracak işçi sınıfı örgütlülüğü ve sol kalmayacaktır. Ancak darbeyi engellemiş bir sol ve işçi hareketi toplumdaki her tür gericiliği durdurma ve özgürlük alanına genişletme güvenine ve yeteneğine sahip olacaktır.
Arife Köse
MARKSİZM, PARTİ VE SINIF
Lenin ve Devrimci Parti
Marksizm içinde örgüt sorunu çok yönlü bir tartışmayı zorunlu kılmıştır. 1900’lerin başında devrimci marksistler arasındaki tartışmada Lenin, Rosa Luxemburg ve Troçki’nin adları ön plana çıkmaktadır.
Lenin, büyük ölçüde feodal bir ülke olan Rusya’da, çarlık rejimi altında partinin inşası üzerine kafa yorarak yola koyulmuş ve sonunda marksizm içinde parti teorisine en büyük katkıyı yapmıştır.
Lenin’in parti konusundaki görüşlerini belirttiği ilk önemli çalışması 1902’de yazdığı Ne Yapmalı?’dır. Aslolarak, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi(RSDİP) içindeki ekonomizme karşı bir polemik olarak ele alınan bu kitapta ikili bir parti yapısı ön plana çıkar.
Lenin’e göre çarlık koşulları altında profesyonel devrimcilerden oluşan gizli bir örgüt kurulmalı ve bu örgüt gizlilik koşullarına uyum sağlayacak kişi- lerden oluşan bir çekirdekle sınırlı kalmalıydı.
Bu çekirdeğe bağlı faaliyet göstermesi amaçlanan sendikalarda ise üyelik kriterleri olabildiğince açık tutulmalı ve sınıfın bütününü parti programına kazanmayı amaçlamalıydı.
Kitaba göre işçi sınıfı kendiliğinden sosyalist bilin- ce ulaşamazdı, bu sebeple profesyonel bir devrimci- ler örgütü işçilere dışarıdan bu bilinci götürmeliydi.
Lenin bu kitabında, Marx’ta bir bütünlük olarak ele alınan ekonomik ve politik mücadele ayrımını biraz mekanik bir biçimde politikadan yana bükü- yordu fakat bu faaliyet örgüt açısından yararlı bir sonuç ortaya çıkarmıştı. Ekonomist kanada karşı bir ilerleme sağlanmıştı.
Bunun yanında kitapta ortaya konulan en önemli anlayış, işçi sınıfının ekonomik mücadele ile sınırlı kalmayarak bütün ezilenlerin mücadelesine destek olması gerektiğiydi: “Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilme- mişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz.”
Bu kitapta anlatılanların fiili olarak hayata geçmesinde çıkan sorunlar ise 1904 RSDİP Kongresi’nin ayrıntılı olarak anlatıldığı Bir adım ileri, iki adım geri isimli kitapta anlatılır. Bu kongrede RSDİP, bolşevikler ve menşevikler olarak bölünmüş fakat uzun süre aynı partide kalmaya devam etmişlerdir. Lenin’in yaşamının bundan sonraki kısmı Bolşevik Partisi’nin tarihi ile özdeşleşmiştir.
Lenin, Ne Yapmalı?’daki tavrını 1905 devriminden sonra yumuşatmaya başlamış, merkeziyetçilik anlayışını korumakla beraber daha diyalektik bir parti ve tarih anlayışı ortaya koymuştur.
1905 Devrimi’nin hemen ardından Lenin partinin kapılarının işçilere açılması gerektiğini savunurken şöyle demektedir: “İşçi sınıfı içgüdüsel olarak, kendiliğinden sosyal demokrattır”. Lenin’in değişen anlayışında parti, sınıftan ayrı olmaya devam etmiştir fakat artık dışarıdan sosyalist bilinç taşıyan sınıfsız aydınların partisi değil, bizzat sınıfın bir parçası, asıl gövdesini sınıf bilinçli işçilerin oluşturduğu bir aygıttır.
Parti konusunda Lenin’in müdahaleleri çoğu zaman değişim göstermiştir, bir çok zaman parti içindeki “eski leninistler”le mücadele etmek durumunda kalmıştır. Çünkü Lenin için parti fetişleştirilecek bir amaç değil, somut duruma uyum sağlama yeteneği göstermesi gereken bir araçtı.
Lenin’in parti düşüncesinin, başından sona değişmeyen ve kuşkusuz en önemli noktalarından biri merkeziyetçilik vurgusuydu.Lenin, merkezi bir sisteme karşı verilecek mücadelenin ancak merkezi bir yapı ile olabileceğini düşünüyordu.
Bu merkeziyetçilik, yukarıdan aşağı katı bir emir zinciri değil demokratik bir merkeziyetçilikti. Partinin temel ilkesi tartışmada özgürlük, eylemde birlikti. Bu ilke, Lenin’in en keskin dönemeçlerde partinin hantallığına karşı işçi sınıfına yaslanmasını sağladı.
1917 Ekim Devrimi, Lenin’in parti anlayışının pratikteki sınanması oldu. Parti ve sınıf ilişkilerinin demokratik merkeziyetçilik temelinde kurulması sayesinde, parti; bir yandan “bütün iktidar sovyetlere” sloganını yükseltirken bir yandan sınıfı erken bir ayaklanma ile yenilgiye uğramaktan korudu ve bu sayede tam zamanı geldiğinde işçi sınıfı iktidarı ele geçirdi.
Haftaya: Rosa Luxemburg ve Partinin Rolü
Can Irmak Özinanır