Sosyalist İşçi 320 (11 Nisan 2008)

 

Sayfa 9 :


Kemalizm ve anti-emperyalizm
Türkiye'de gerek resmi tarih, gerekse solun bir bölümü, kemalizmin anti-emperyalist yönü konusunda bugüne kadar büyük efsaneler yaymışlardır. 1960'lı yıllarda "ikinci kuvay-ı milliyecilik", "kalpak giyip mitinglere Türk bayrakları ile katılmak" bunun önemli göstergelerindendi. Aynı hastalıklarla bugün de karşılaşmaktayız. Yine ulusalcı mitinglerde sayısız Türk bayrağı açılmakta, "Ne AB, ne ABD; tam bağımsız Türkiye" sloganları atılmakta. Yine kalpak takıp, kılıç kuşananlar, meydanların ayrı bir motifini oluşturmakta. Ayrıca bugün geçmişten farklı olarak ulusalcı çevreler, çetelerle ve faşistlerle kol kola girmekte hiçbir sakınca görmemekte.
Gerçekten de ulusalcı cephenin vaaz ettiği gibi Kemalizm "anti emperyalist" bir ideoloji midir, ya da Mustafa Kemal ve arkadaşları "yedi düvele" karşı amansız bir mücadele mi vermişlerdir? Bu soruların yanıtının verilmesi hususunda kendisini aydın olarak niteleyen çevrelerin, bilimsel bir analiz yapma konusunda yetersiz kaldıkları çok açık.
Milli mücadele dönemi
Bir kere her şeyden önce "Milli Mücadele" dönemi ve cumhuriyetin ilk yılları yeniden gözden geçirilmeli:
1- Milli mücadele sürecinde, mücadelenin önderliğinin sınıfsal bileşimine bakıldığı zaman, Müslüman ticaret burjuvazisi, kimi askeri bürokratlar, eşraf ve bazı toprak sahiplerinden oluşan bir ittifak karşımıza çıkar. Toprak sahipleri, ticaret burjuvazisi ve eşraf gibi unsurları asıl kaygıya düşüren, 1.Dünya Savaşı sırasında tehcir ve katliama uğratılan Ermenilerin ve İttihat ve Terakki baskısı ile göç etmek zorunda kalan Rumların boşaltıkları malların Müslüman unsurlara geçmesi ve savaş sonrasında imzalanan Mütareke sonrası Rumların ve Ermenilerin geri dönme ihtimalidir. Zaten Birinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan "Müdafa-i hukuk" dernekleri bu ihtimalin olduğu bölgelerde kurulmuşlardır. Zaten mülk sahibi sosyal sınıfların anti-emperyalist tavır alması işin doğasına aykırıdır.
2- Kemalist önderliğin kaygısı devletin siyasi bağımsızlığının korunmasından ibarettir. Gerek "milli mücadele" sürecinde gerekse sonrasında yapılan pazarlıklarda, itilaf devletlerine kimi ekonomik ayrıcalıkların tanınması gündeme gelmiştir.
3- İtilaf devletleri zaten kendi aralarında bölünmüşlerdir. İtalya, kendisine vaad edilen toprakların Yunanistan'a verilmesi üzerine arası diğer devletlerle açılmış ve Kemalistlerle uzlaşarak erken bir tarihte çekilmiş, onu bir süre sonra Fransa izlemiştir. Bu devletler çekilirlerken silahlarını geride bırakmışlardır. İngiltere açısından ise bir süre sonra, bölgede "Bolşevik düşüncenin yayılmasına karşı burjuva temellere dayalı bir Türk devletinin"kurulması zamanla kabul edilebilir bir durum olmuştur. O nedenle Yunanistan'a olan desteğini çekmiştir.
4- Henüz Lozan görüşmeleri sırasında ABD'li CHester şirketi ile demiryolları konusunda 99 yıllık, inşa edilecek demiryollarının çevresindeki madenlerin işletilmesine de olanak tanıyacak, bir antlaşma imzalanmak istenmiş fakat bu çabalardan bir sonuç çıkmamıştır. Aynı süreçte ABD ile "Dostluk ve İşbirliği Antlaşması" imzalanmıştır. Ancak ABD Kongresi antlaşmayı reddetmiştir. 1. Lozan görüşmelerinin kesilmesinden sonra toplanan İzmir İktisat Kongresi ise İtilaf Devletleri'ne kapitalist sistem içersinde bulunulacağına dair bir güvence niteliğindedir.
5- Zaten cumhuriyet kurulduktan sonra da 1929 krizine kadar bazı liberal adımlarla "Türk burjuva sınıfını" geliştirme politikası çerçevesinde kapitalist hiyerarşi içersinde yer alma çabası sürdürülmüştür. Diğer yandan bugün kemalistlerin söylemlerinin aksine yabancı sermayeye de yer verilmiştir.
6- Ayrıca 1924'ten itibaren Kürt halkının inkar edilmesi ve On İki Ada, Musul Sorunu, Hatay meselesi gibi konularda alt-emperyalist olma eğilimleri de olmuştur.
Yukarıda sıralamaya çalıştığımız birkaç örnekte de görüldüğü gibi burjuva karakterli bir akım olarak "kemalizmin" tutarlı bir anti-emperyalist politika izlemesi mümkün değildir.
Kemalizmin anti-emperyalist yönünü, ancak devletin siyasi bağımsız- lığının korunması ile sınırlı olabileceğini söyleyebiliriz.
Bugün ise doğru bir politik hat izleyebilmek için kemalizmin bilimsel eleştirisini yapabilmek zorunluluktur.
Onur Öztürk


MARKSİZM, PARTİ VE SINIF
Rosa Luksemburg ve partinin rolü
Rosa Luxemburg, mücadeleye Polonya'da başladı fakat hayatının büyük bir bölümünü Almanya'da geçirdi. II. Enternasyonal'in en büyük partisi olan SPD' nin üyesiydi ve SPD' nin 1914'te savaş kredilerini onaylamasından sonra ayrılarak Spartakist Birlik'in kurucuları arasında yer almıştır.
Büyük ve köklü bir işçi partisinin liderlerinden birisi olması dolayısıyla Rosa, uzun bir süre partinin inşası üzerine kafa yormak zorunda kalmamış tersine partinin hantal yapısı ve bürokrasisi ile mücadele etmiş, reformistlere karşı devrimci fikirleri, bürokrasiye karşı işçi sınıfının kendiliğinden eyleminin gücünü savunmuştur. Bu sebeple Luxemburg, işçi sınıfının devrimci eylemini frenlemeye çalışan anlayışların hepsi ile hesaplaşmaya başlamıştır.
Rosa, aynı kaygılarla Lenin'in merkeziyetçi parti anlayışına da karşı çıkmıştır.
Rosa, işçi sınıfına her zaman hata yapma payı tanınması gerektiğini, bu hataların sınıfı geliştireceğini savunarak, kitle grevlerinin rolünü ön plana çıkartıyordu. Onun için merkeziyetçilik, "merkez komitesinin doğal tutuculuğu" ile aynı şeydi.
İşçi sınıfının kendiliğinden bilincinin sadece sendikacı bir aşamaya yükselerek burjuvaziye hizmet edebileceği fikri Rosa'nın eleştirilerine maruz kaldı.
Rosa için ekonomi ve politika arasında bir ayrım yoktu. Bu sebeple işçi sınıfının ekonomik temelli, kendiliğinden hareketine de önem veriyordu. Bu fikirlerini Kitle Grevi, Parti ve Sendikalar isimli broşürde yazıya döktü:
“Ekonomik mücadele, politik bir düğüm noktasını bir diğerine iletendir; politik mücadele ise ekonomik mücadele için gerekli zeminin periyodik biçimde tohumlanmasıdır."
Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin etkileşimine dayanan iç mekanizma Rosa için devrimin şart koşuludur. Eylem ekonomik mücadeleden, politik mücadeleye dönüşebileceği gibi tam tersi de mümkündür.
Rosa'ya göre politik mücadelenin her yeni atılımı ve zaferi, ekonomik mücadele için de güçlü bir itilim yaratır.
Rosa, Lenin'e de getirdiği bu eleştirilerde kuşkusuz haklılık payı vardır. İşçi sınıfının kendiliğinden eylemi bir çok kereler sendikalist sınırların ötesine geçmiş, devrimci bir atılıma doğru yol almıştır. Ve yine bir çok kereler sosyalist partiler, kitlelerin gerisinde kalmıştır, aynen Rosa'nın dile getirdiği gibi:
"Bilinçli, bilinçsizin arkasında kalır. Tarihin kendi mantığı, tarihsel süreçte yer alan insanların özel mantığının önünde yer alır. Sosyalist parti yönetici organlarının eğilimi tutucu bir rol oynama eğilimindedir."
Fakat Rosa'nın, SPD'nin hantallığına karşı dile getirdiği merkeziyetçilik karşıtı argümanlar çoğu zaman muğlak bir noktaya varmaktadır. Chris Harman'ın Parti ve Sınıf'ta belirttiği gibi "Çoğunluğun kendi çıkarları doğrultusundaki bilinçli hareketini" sınırlayan şey, yanlış örgütlenme biçimi ve bilinçli yönlendirme değilse, örgütlenme ve yönlendirmenin kendisidir. Bunun mantıki sonucu örgütlenmenin harekete zarar veren bir şey olduğudur.
Kendiliğindenliğe fazlaca çubuk bükmesine ve partinin rolüne, merkeziyetçiliğine her zaman belli bir mesafede durmasına rağmen Rosa her zaman bir partinin üyesi olmuştur. Ve Stalinist iddiaların aksine partiye her zaman önem vermiştir. Ona göre partinin rolü "kitle grevlerinin teknik hazırlığı ve yönetimini yapmak değil, tüm hareketin siyasi öncülüğünü üstlenmektir".
Rosa, bu düşüncesinin bağlı olduğu iyimser inancı, kendi hayatıyla ödemiştir. 1919 Alman Devrimi'nde ayaklanmanın erken olduğunu bilmesine rağmen artık Spartakistlerin liderlerinden biri olarak ayaklanmayı desteklemiş ve proletaryadan ayrı bir çıkarı olmadığını göstermiştir fakat bu aynı zamanda Alman proletaryasının yenilgisi ile de özdeşleşmek anlamına geliyordu.
Rosa'nın kitle grevlerine ve sınıfın kendiliğinden eylemine ilişkin uyarıları ve reformizme karşı net duruşu, geleneğimizin her zaman dikkat edilmesi gereken önemli köşe taşlarındandır fakat eksikliklerini bilmek, merkeziyetçilik ile tutuculuğu özdeş görmemek, hareketin siyasi öncülüğünü üstlenmek ve devrimci bir kitle hareketini sosyalizme götürebilmek için merkezi bir devrimci örgütün gerekliliğini savunmak da tarihin bize öğrettiği gerçeklerdir.
Haftaya: Troçki, sürekli devrim ve bolşevizm
Can Irmak Özinanır