Sosyalist İşçi 342 (28 Kasım 2008)

 

Sayfa 4:


Cumhurbaşkanı Gül, Kürt sorunu hakkında konuşmaya devam ediyor
Kürt sorununda şiddet politikaları iflas etti
Son dönemde Kürt illerinde artan devlet şiddeti, haklı olarak kafalarda çözüm umudundan giderek uzaklaşıldığı ve devletin kendi bildiği yöntemlerle Kürt hareketini bastırmaya çalıştığı yönünde. Abdullah Öcalan'ın cezaevinde tecritin yanı sıra baskı da gördüğü yönündeki açıklamalarıyla, DTP'liler bir çok şehirde protesto gösterileri düzenlediler. Devletin bu gösterilere tepkisi çok sert oldu. Polis tarafından kolu kırılan Kürt çocuklarından, kurşunlanarak öldürülen Kürt gencine kadar şiddet dolu görüntüler ekranlara yansıdı. Devlet Kürt halkını rahatlatıcı küçük bir açıklama yerine kalabalıklara acımasızca saldırdı. Gösterilere katılan çocukların ailelerini yeşil kart almakla tehdit eden devletin sopası yaşları 12 ile 15 arasında değişen gösterici Kürt çocukları içinde onlarca yıl hapis cezası istedi. Aynı esnada başbakanın beğenmeyen gitsin sözleri de kanayan yaraya tuz biber oldu.
AKP'nin milliyetçileri
Başbakandan cesaret alan AKP Yozgat milletvekili de "hiç düşünmeden hainleri öldürürüm" mealinde bir şeyler zırvaladı. Ama asıl bombayı Savunma Bakanı Vecdi Gönül patlattı, "bu tür düzenlemeler (tehcir, mübadele) olmasaydı uluslaşma süreci yaşayamazdık". Bütün bu söylem ve gelişmeler, AKP'nin Kürt sorununda devletçi görüşe ayak uydurduğu yönünde değerlendirmelere neden oldu. Yerel seçimlere yaklaşıldığı bir dönemde AKP'nin DTP'ye bir hamle olarak başlattığı bu saldırılar Kürt illerinde ters tepti.
Görmezden gelinemeyecek kadar büyük bir sorun
Türkiye'nin temel sorunlarından biri olan Kürt sorunu artık ulaştığı boyutlarıyla ortada bırakılacak, görmezden gelinecek bir sorun olmaktan çıkalı epeyce oluyor. Devletin zirvesinde zaman zaman bu sorunu çözmeye dönük adımların atıldığı yönünde haberlerle daha sık karşılaşıyoruz. Örneğin son çıkan haberlerden birinde ölümünden kısa bir süre önce Turgut Özal'ın sorunu çözmek için federasyon önerisi üzerinde adım atmaya çalıştığı. Bugün Kürt hareketinin ulaştığı siyasi ve kitlesel güç, egemen sınıfı giderek zorlayan bir süreç yaşatmasının yanı sıra, sorunun güvenlik güçlerinin şiddeti ile çözülemeyeceğinin de kanıtı oldu. Her daim istikrar isteyen sermaye sınıfı da yavaş yavaş siyasi çözüme doğru meyil etmeye başladı.
Gül'ün sözleri
Son olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Hakkarili sivil toplum örgütlerini köşkte ağırladığında söyledikleri, yönetici sınıfın Kürt sorununda şiddetin dışında çözüm önerileri arayışı içinde olduğunun bir kanıtı. Sivil toplum temsilcileri Kürt sorunu vardır diyince Gül karşılık olarak "Düne kadar adı yoktu. Bugün biz de biliyoruz. Çözülmesi gerekir. Bu da ülkenin demokratikleşmesiyle olur. Demokrasi gelişecektir. Burada söyleyemeyeceğim şeyleri de düşünüyorum. Hatta sizin de bana söylemek isteyip, söylemediğiniz şeyleri biliyorum ve size katılıyorum. Bu sorunun çözümü süreç işidir. Bu sorunun çözülmesi için herkesin elinden gelen çabayı göstermesi gerekir. Diyalogla ve iyi niyetle çözülmesi gerekir" dedi.
Bütün ezilenlerin çıkarı bir
Türkiye'nin bir çok alanda demokratikleşmesinin önündeki en büyük sorunlardan biri Kürt sorunu. En temel hakların dahi olmayışının kökeninde yatan bu sorun, batıda işçilerin, yoksulların, bütün ezilenlerin de sorunu.
Kürt halkının siyasi çözüm isteyen, barış isteyen talebi, Türk cephesinde ne kadar karşılık ve dayanışma bulursa demokratikleşmeye o kadar yakınlaştıracaktır.
Bu nedenle barış isteyenlere düşen görev, bu dönemde Türk milliyetçiliğine karşı amansız bir mücadele vermektir. Bugün şiddetin daha da artması çözümde bir tıkanmaya değil, şiddet politikalarındaki tıkanmaya işaret ediyor.


Engin Çeber davası
Savcılık işkenceciler için 700 yıl ceza istedi
Basın açıklaması yaparken gözaltına alınan karakolda ve götürüldüğü Metris Cezaevi'nde ağır işkenceye uğrayarak hayatını kaybeden Engin Çeber’in davasına Bakırköy Cumhuriyet Savcılığı işkenceciler için ağır cezalar istedi.
Jandarma, polis ve cezaevi görevlisi 60 kişi sanık yargılanıyor. Engin Çeber'i dövmekle suçlanan polis ve jandarmalar, zor kullanma yetkisinin aşılarak kasten yaralama ve eziyet ile suçlanıyor.
Tutuklu Metris Cezaevi Nöbetçi Müdürü Fuat Karaosmanoğlu ile Selahattin Apaydın, Nihat Kızılkaya ve Sami Ergazi adlı infaz koruma memuru hakkında ise, ağırlaştırılmış işkenceyle adam öldürmek suçundan ağırlaştırılmış mübebbet hapis cezası istendi.
Engin Çeber'in ölümüyle ilgili sahte belge düzenlemekle suçlanan cezaevi doktoru Yemlihan Söylemez'in ise 1 yıla kadar hapsi isteniyor.
İşkence yapan ya da Engin Çeber'in ölümünde ihmali bulunan 60 sanık için toplam 700 yıl hapis cezası istenen dava 21 Ocak 2009 tarihinde başlanacak.
Engin Çeber'in katledilmesi işkence gerçeğini, bir kez daha gündeme getirdi.
İlk bir bakan çıktı Çeber ailesi ve yakınlarından özür diledi. Adalet işleyecek mi? Ya diğer davalar Baran Tursun, Festus Okey, Cem İnci, Soner Çankal? Çeber'i öldürenlerin hak ettikleri şekilde cezalar alması ve işkencenin bir suç olduğunun kabul ettirilmesi adaletin önünü açabilir.


GÖRÜŞ
İlk önce Trakya gidiyor!
"İşçi sınıfının vatanı yoktur" diyen, "işçilerin vatanı toprağın birkaç karış altıdır" diyen bir düşünce akımına dahil olan hareketler, nasıl olur da işi gücü bırakıp vatan savunmasını her şeyin önüne koyabilir?
Biliyorum, Türkiye Komünist Partisi önderliğinin kollektif bir beyin burkulması geçirdiğini düşünmek çok kolay. Ama hayır, geçirmiyorlar. Azgın milliyetçiliğin Marksizme dahil edilmesi, bizimkilerin işi değil. Zaten böyle bir şeyi uydurabilecek yetenekte oldukları kuşkulu. Vatan savunmasının önemini, önce "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır" diyen Mustafa Kemal'den, sonra da Stalin'den öğrendiler. Ve iyi öğrenci oldukları için, öğretmenlerini bile aşıp kantarın topuzunu iyice kaçırdılar.
Sovyet Devrimi'nin ardından, Stalinist bürokrasi işçi sınıfını iktidardan uzaklaştırıp 1930'lar boyunca kendi iktidarını kurar ve pekiştirirken, bu bürokrasinin çıkarları ve ihtiyaçları "Marksizm" olarak yazıldı, çizildi, anlatıldı. Ve Amerika'yla rekabet edebilmek, büyük güç olabilmek için işçi sınıfının ümüğüne basarken, her egemen sınıf gibi bu bürokrasi de milliyetçiliği, milli gururu, vatan sevgisini kullandı. İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi istilasına karşı Rus halkını seferber etmek için kullanılan slogan "Faşizme karşı direniş" değil, "yurt savunması" oldu. Milliyetçilik, yurtseverlik, vatan, millet ve Sakarya böylece Marksizmi Stalin'den öğrenenlerin kelime hazinesinde yerini aldı.
Bunları bana TKP'nin internet gazetesinden bir haber hatırlattı: "İlk önce Trakya gidiyor!"
Neymiş? "Avrupa Birliği'nin Türkiye halkından gizlenen 'kaynaşma' stratejisi, öncelikle Trakya'yı AB'ye dahil etme amacı güdüyor. Verilen fonlarla halk yeni bir kimliğe hazırlanırken, Edirne Valiliği tabelasından TC ön ekini çıkarma denemeleri yapılıyor".
Haberin "Edirne, Türkiye Cumhuriyeti'ne bağlı değil mi?" başlıklı bölümünde şunları öğreniyoruz: "Trakya'yı 'özerkleştirme' projesinin 'sınır ötesi kimlik' kazandırma ayağında garip etkinlikler dikkat çekiyor. Edirne Valiliği'ne bağlı AB Bilgi Bürosu 'Avrupalı olmak' başlıklı çeşitli yarışma ve programlarla gençlere seslenirken, bölgedeki ilköğretim okullarına dek 'projecilik' aşılanıyor... AKP'li bakanlar ise bölgedeki 'Trak'ların ilk ataları ve tapınakları' türünden tuhaf araştırmaları finanse ediyor. Dikkat çekici bir 'halk yeni kimliğe hazır mı?' yoklaması ise Edirne Valiliği'nden geldi... valilik tabelasından 'TC' ön eki kaldırıldı. Halktan tepki gelmesi üzerine 'İçişleri Bakanlığı TC ibaresinin kullanım yerleri için yeni çalışma yapıyor' diyerek 7 ay direnen AKP bürokratları, ancak geçen Ekim ayı sonunda Edirne Valiliği'ni Türkiye Cumhuriyeti'ne 'bağladı'."
Tanrım! Vatanımız ne korkunç bir tehlikeyle karşı karşıyaymış! Allah Stalin'den ve TKP'den razı olsun! Hemen 'sath-ı müdafaa'ya geçmek gerek.
Roni Margulies