Sosyalist İşçi 343 (5 Aralık 2008)
Mustafa Kemal Cumhuriyeti
Genelkurmay'ın Taraf gazetesince birkaç ay önce açıklanan 'Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı'nı hatırlayanlarınız vardır. Gazetenin haberine göre, bu Plan uyarınca, "kamuoyunu, 'irticacı hareketlerin sorumlusu' olarak görülen hükümete, 'milli devlete karşı' olarak nitelenen yeni anayasa paketine, 'terörist' olarak adlandırılan DTP'ye karşı TSK'nın görüşleri doğrultusunda yönlendirmek ve 'topluma öncü olma' rolünü sürdürmek için bir dizi karar alındı". Genelkurmay, her zamanki mizahi anlayışıyla, resmi komuta kademelerince böyle bir planın hazırlanmadığını belirtmiş, yani planın "gayriresmi", "gizli" veya "özel" kademelerce hazırlandığını teyid etmişti.
Planı'ın bir amacı "Kamuoyunu TSK'nın hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek, TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ve TSK içinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliği sağlamak" olarak açıklanırken, amaçları hayata geçirme sürecinde "günlük siyasete müdahale ediyor görüntüsü verilmemesi" gerektiğinin altı çiziliyordu. TSK'nın günlük ve haftalık ve aylık ve yıllık siyasete müdahale ediyor görüntüsü vermemesi gerçekten zor! Ama her dakika müdahale ederken bunu çaktırmamak gerektiğini biliyor olmalarını takdir etmiştim doğrusu. TSK eylem planını uygularken "kamuoyu oluşturma gücüne sahip bulunan üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları, sanatçılarla temasın muhafaza edilmesi ve bu kişilerin TSK ile aynı paralelde hareket etmelerinin sağlanması" gerektiği vurgulanıyordu.
TSK çizgisi ve sanatçılar
Üniversite rektörlerinin TSK ile aynı paralelde hareket etmesini başardıklarını biliyoruz. Özden Örnek'in darbe günlüklerinden, kuvvet komutanlarının rektörlere zaman zaman telefon ettiğini, bu telefonlara "Buyrun Komutanım" diye cevap verildiğini biliyoruz. Üst yargı organlarının başkanlarını değilse de, diğer on üyesini TSK çizgisine getirmekte başarılı olduklarını biliyoruz. Basın mensuplarına ise telefon bile etmek gerekmiyordur herhalde. Sadece adında "kışla" kelimesi geçenler değil, pek çoğu, telefon bile gerektirmeden, yazılarına "Buyrun Komutanım" diye fısıldayarak başlıyor, kısaca hazır ol duruşuna geçtikten sonra devam ediyordur yazıya.
Peki ya sanatçılar?
Size bir eser önermek istiyorum: Osmanlı Cumhuriyeti. "Sanat" eseri değil, sadece eser. Ve tavsiye etmiyorum, sadece öneriyorum. Filmin senarist ve rejisörü karikatürcüymüş. Film değil, karikatür çekmiş zaten.
Bu karikatürün TKP merkez komitesi veya Genelkurmay'ın "özel" dairelerince çizilmiş olduğunu iddia edecek bilgiye sahip değilim. Ama bu iki merci karikatür çizecek olsa, Osmanlı Cumhuriyeti'ni çizerlerdi.
Filmi özetlesem, izlediğinizde zevkiniz kaçar diye düşünmüyorum, zevk alamayacaksınız zaten. Özetleyeyim. Selanik'te 1888 yılında bir çocuk tarlada kargaları kovarken kafesteki bir kuşu kurtarmak için ağaca çıkar, düşer, ölür. Filmin gerisi günümüzde geçer. Osmanlı Cumhuriyeti Amerikan mandasıdır, 16 ilden ibaret kalmıştır, en doğudaki il Ankara'dır. Her tarafta Amerikan bayrak ve askerleri vardır. Avrupa Birliği ülkede egemen olabilmek için Amerikalılarla rekabet etmektedir. Padişah bir kukladan ibarettir. Kahve köşelerinde direnişçiler vardır.
Ulusal onur ve gurur her sahnede yabancılar tarafından ayaklar altına alınmaktadır. Saltanat otomobilini Yankee askerler durdurur, arar ve Padişah'ın şoförünü döverler. Padişah ellerine kelepçe takılıp cezaevine atılır. Avrupa'dan yana olan Başbakan AB'ye yaranabilmek ve para koparabilmek için Heybeli Ada'yı Yunanlılara verir.
Koyun sürüsü
Uzatmayayım, anlamışsınızdır. Mustafa Kemal çocukken ölüyor ve günümüzün Kemalist paranoyası gerçek oluyor. Türkiye sömürge, Türkler esir oluyor.
Kemalizmin ve günümüz Kema-listlerinin gülünçlüğünü bu kadar açıkça gösteren, üstelik tam tersini yapmaya çalışırken gösteren bir film düşünmek çok zor. Türklüğe övgüler düzdüğünü zannederken Türkleri bu kadar küçük gören, bu kadar onur kırıcı bir yaklaşım olamaz.
"Mustafa Kemal olmasaydı, Türkler esir olur, yabancıların çizmesi altında koyun sürüsü gibi yaşardı". Bu ifade, Türk milleti hakkında ne der? Türkleri öven bir ifade midir, küçümseyen bir ifade midir? Filmde Padişah'ın en yakını "Türkler ölümü esarete tercih eder, yeter ki bir lider çıksın" diyor. Yani çıkmazsa (veya çıkar da ağaçtan düşerse), esaret durumunda kuzu kuzu yaşar gider Türkler. Bu milleti yabancılar veya Kemalistler tarafından koyun gibi güdülecek bir sürü olarak görmek Kemalizmin özü zaten. Filmin son sahnesinde, ağacın dibinde yatan çocuk ayılıyor (ölmemiş meğer!), kuşu kafesten alıp salıveriyor. Ve Türk milleti kurtarılmış oluyor.
Genelkurmay'ın Eylem Planı'nda şöyle deniyordu: "TSK ile benzer dünya görüşü olduğu bilinen sanatçı ve yazarlara öncelik verecek şekilde, seçilecek temaları işleyecek eserlerin hazırlatılması ve böylece hedef kitlelerin bilgilendirilmesi sağlana- caktır. Bu kapsamda bazı sanatçı ve yazarların desteklenmesi ve ön plana çıkarılması sağlanırken..."
Roni MARGULİES
Marksizm Sohbetleri
Bir tepsi dolusu bilinç
29 Kasım mitinginde polis barikatının üzerine koşarak gelen ve kendilerini aratmayarak büyük bir başarı kazandıklarını anlatan anarşistler, gönülleri rahat bir biçimde evlerine döndüler. Anarşistlerin, otonomcuların ve bilumum sekter solcunun farkına bir türlü varamadığı gerçek ise, eğer televizyonlar göstermese, alandaki on binlerce işçinin polis barikatında aranıp aranmamayla hiç ilgilenmedikleridir.
Daha bir hafta önce Eğitim-Sen, İstiklal Caddesi'nde polisin kurduğu barikatı bir bütün halinde dağıtmışken, sayısız işçi eyleminde binlerce işçi barikat dağıtmayı ve aşmayı bir sanat haline getirmişken, sendikaların örgütlediği "izinli" bir mitingde arama noktasını aratmadan aşmayı maharet olarak görmek için başka hiçbir maharete sahip olamamak gibi bir sorunla muzdarip olmak gerekir.
Anarşizm, aşağıdan sosyalizm geleneğiyle sadece sınıfsız topluma geçişte bir işçi demokrasisine duyulan ihtiyacı reddetmesiyle ayrışmaz. Bu ihtiyacı reddetmek, kapitalizme karşı günlük mücadelenin içeriğini de belirlediği için, bir devrimle kısa yoldan sınıfsız topluma geçmeyi planlamanın sonucu, kapitalizm altında hiçbir kurumu ciddiye almamak biçimini alır. Bu kurumlar listesinde sendikaların adının da yer alması ise doğa kanunu gibidir.
Sadece kendini ciddiye alan, "yaşam alanları"nda bugünden sınıfsız toplumu yaşadığını düşünen bir gelenek, sadece kendi denetimi altında olan ve kendisinin liderliğini yaptığı örgütlenmeleri önemseme alışkanlığı caziptir ama sınıf mücadelesine hiçbir faydası yoktur.
29 Kasım mitingi, hazır on binlerce işçiyi de bulmuşken, sol kortejlerin işçileri kendi iktidarları, kampanyaları ve bayrakları altına çağırma yarışı yaptığı bir yarış pisti gibiydi. Bunun bir nedeni var. Sendikaların ve öğrencilerin, "Parasız sağlık" gösterisinde, "Paralı, parasız eğitime hayır!" sloganını atabilecek kadar dünya dışı bir yaşam sürmek değil sadece neden. Kitlelerin bilinçlenmesinde izlenmesi gereken yol konusunda "bilinç taşıma" misyonuna sahip olduğunu sanmak, kitleleri, devrimci öznelerin taşıdığı bilinçle aydınlatmayı hedeflemek, bilincin değişimi için gerekli olan kitlesel mücadelelere sekter müdahaleleri getiriyor beraberinde.
İşçi sınıfı, devrimcilerin bilinçli müdahalesini bekleyen ve bu müdahale gerçekleşene kadar kapitalizmin karanlığında yaşan bir nesne değildir. İşçi sınıfı, tek tek her üyesi devrimci örgütlerce eğitilmeden kitlesel mücadelelere atılamayacak basiretsiz bir toplumsal güç de değildir.
Rosa Luksemburg'un dediği gibi, işçi sınıfı, içinde yaşanan zamanın toplumsal gelişmesindeki belli olgunluk derecesi üzerinde, kendi hareketiyle bağlıdır. Fakat toplumsal gelişme, işçi sınıfından ayrı ve bağımsız olarak ortaya çıkmaz. Ve işçi sınıfı toplumsal gelişmenin sebebi ve öznesi olduğu ölçüde, toplumsal gelişme işçi sınıfının ürünüdür.
Bu sınıfın egemen sınıfın fikirlerinden kurtulması için gerekli olan tek araç, kitlesel mücadelelerdir. Sosyalistler, sadece bu mücadelelere ve işçi hareketinin sloganlarının gelişmesine, şekillenmesine yardımcı olmak, işçilerin günlük mücadelesinde daima hareketin birliğini savunan bir tutum almak zorundadır.
Tersi, ellerinde bilinç dolu tepsilerle gezen maskeli beşlere benzemektir.
Şenol KARAKAŞ
Wall-E
Bir robotun çöp, kriz ve aşk üzerine düşünceleri
Sevimli robot Wall-E’nin asıl görevi çöpleri toplamak, sıkıştırmak ve sonra küpler yaparak bir kenara koymak.
Dünyadaki, insanların yaşamlarını bütünüyle kontrol eden Buy N Large (Çok Al) insanları yarattıkları çöp yığınından uzağa, uzaya götürmüştür.
İnsanların içinde olduğu uzay aracını her yanından Çok Al’ın (Buy N Large) reklamları fışkırmaktadır. Wall-E’nin topladığı çöplerin her tarafından da aynı reklamlar ve logolar fışkırmaktadır.
Film öncelikle çevrenin insalar tarafından nasıl acımasızca tahrip edildiğine dikkat çekiyor.
Wall-E’nin içinde dolaştığı çöp yığınlarının içinde Buy N Large’ın uzayda çöpümüzü göndereceğimiz yeterince alan var diyen reklamları da görüyorsunuz.
Film insanların ne denli gereksiz çöp ürettiğine de dikkat çekiyor. Ambalaj sanayinin dünyayı nasıl kirlettiğini anlatıyor.
Her gün Wall-E dünyanın devasa çöp yığınlarını temizlerken gözü içinde yaşadığımız toplumun tüketim hursunı yansıtan objelere takılıyor. Bunların bazılarını kendisini onarmak, yenilemek için kullanıyor. Ama çoğu çöp ve üstelik kötü ve tehlikeli çöp.
Wall-E’ninçöplerin bir kısmını yeniden kullanması geridönüşü-mün önemini gösteriyor.
Sonra Wall-E EVE ile tanışıyor. Güzel görünümlü, modern bir robot. Eve dünya üzerinde yaşam olup olmadığını araştırıyor.
Wall-E önce EVE’den korkuyor, hem de çok korkuyor ama sonra hızla EVE’e aşık oluyor. Bu süreçte Wall-E’nin video oynatıcısında sürekli olarak Hello Dolly adlı şarkı çalıyor.
Ve bu arada EVE küçük bir ot buluyor. Dünyada yaşam varç Uzay aracındaki insanlar bunu duyuyorlar ve dünyaya geri dönmek istiyorlar.
Film dünyanın insanlar tarafından ne kadar hor kullanıldığını ve ne kadar tahrip edildiğini iyi anlatıyor. Ama tabii kimi suçlamak gerektiğini ve ne yapılması gerekiğini söylemiyor. Sorun ortada kalıyor.
Wall-E politik bir film değil. Ama hoş, güzel vakit geçirten ve çok güzel müziği ve animasyonu olan olan bir film.