Helsinki Yurttaşlar Derneği’nden (hYd) Emel Kurma ile Suriyeli mültecilerin durumunu ve hükümetin mülteci politikasını konuştuk.
Sizin mülteci hakkı insan hakkıdır diye merkezi temanız var ve bu uluslararası sözleşmelere de dayanıyor. Türkiye bu sözleşmeye nasıl yaklaşıyor?
Emel Kurma: Türkiye Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair 1951 tarihli Cenevre Sözleşme’sine taraf aslında. Bu sözleşme II.Dünya Savaşı ertesinde kendi ülkelerinden kaçarak Avrupa’nın tamamına yayılmış, kamplarda statüleri belirsiz bir şekilde yaşayan yüz binlerce insanın durumunu ve geri dönüşünü, BM Şartı ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde düzenliyor. Mülteci’nin tanımını, hak, özgürlük ve sorumlukluklarını yapan bu ilk uluslararası sözleşme, Avrupa’dan yerinden edilmiş insanları kapsar. 1967 yılında eklenen Protokol ise Sözleşmenin sadece 1951 yılı öncesinde ve Avrupa’da meydana gelmiş olaylar sonucunda mülteci olan şahısları kapsadığı, öte yandan Sözleşme’nin imzalanmasından beri geçen zaman zarfında yeni mülteci ortamlarının vuku bulduğundan ve söz konusu mültecilerin Sözleşme’nin kapsamına giremeyebileceğinden hareketle, Sözleşme’deki tanımın kapsamına giren bütün mültecilerin, Ocak 1951 tarih sınırlamasına bakılmaksızın eşit hukuki statüden yararlanmaları yönündedir. Türkiye bu Ek Protokolü de imzalarken kendince ‘akıllı’ davranıp coğrafi çekince koyar; mülteci kabulü şartını Avrupa’dan geleceklerle sınırlı tutmak için. Dolayısıyla Türkiye halen sadece Avrupa’dan gelen mültecileri kabul ediyor. Türkiye “Doğu”dan, güneyden ve sair yerlerden gelen insanları Avrupa’dan gelenler kadar kıymetli, iltica talep etmeye layık görmüyor.
Suriyelilere yönelik geçici koruma statüsüne nasıl bakmamız lazım?
Emel Kurma: BM veya herhangi bir uluslararası örgüt hiçbir ülkeden böyle bir kalabalığı otomatik olarak, topluca mülteci kabul etmesini bekleyemezdi. Geçici koruma rejimini bir tür afet anlamına gelen toplu göç durumlarında krize asgari düzeyde teknik bir cevap gibi düşünebiliriz. Kriz sırasında geçici bir koruma sağlamak ve ne olacağına karar vermeyi ileriye bırakmak gibi.
Mülteciler açısından yansıması nasıl oluyor?
Emel Kurma: Resmi Gazete'de geçtiğimiz Çarşamba (22 Ekim) günü yayınlanan geçici koruma yönetmeliği mültecilik statüsünü tanımıyor ve bunun taahhütünü vermiyor. Geldikleri ülkeye dönemeyen mültecilere eğitim, sağlık, çalışma, sosyal yardım ve hizmetlere erişim alanında bir takım haklar ve kısıtlı da olsa bazı asgari imkanlar tanıyor. BM'nin Geçici koruma rejimi de zaten başka bir ülkeye gidebilmelerini de engelliyor. Nihayetinde, geçici koruma statüsü altında olan birini zorla geri gönderemezsin. Sığınmacı gibi ‘akıbeti idarenin iki dudağı arasında’ bir himaye değil, kriz ortadan kalkana dek bir koruma sağlıyor. Tabii Suriyelilerin “Avrupa'lı” olmamaları hasebiyle, Türkiye coğrafi çekinceyi kaldırmadığı sürece, haliyle Türkiye'ye iltica başvurusunda bulunmalarına da imkan yok.
Geçici korumayı sahiplenmek ama daha kalıcı haklar için mücadele etmek lazım yani?
Emel Kurma: Türkiye’nin ek protokole coğrafi çekincesini kaldırması için mücadele etmek gerekiyor. Mültecilerin hakları alanında çalışan örgütlerin birincil hedeflerinden biri bu olmalı. Diğer yandan geçici koruma statüsü iltica başvurularını donduruyor. Bu statü ‘fiilen burada kalabilirsin’ demek ama BM’ye veya elçiliklere gidip mültecilik için başvurmanı engelliyor. Sonuçta bütün devletler herkesin geri gitmesini umut ediyor.
Yaşam koşulları nasıl? Suruç’a gittiğimde üç ay önce mültecilerin koşullarının çok insani olmadığı belliydi.
Emel Kurma: AFAD'ın web sitesinde verilen bilgiye göre kampların sayısı Temmuz 2014 itibarıyla 22 olarak görünüyor. 2011 yazında Kilis’teki Öncüpınar kampını hYd olarak ilk kez ziyaret edebilme fırsatı bulduğumuzda, Sınır Tanımayan Doktorlar örgütünden uzman arkadaşlarımız Suriye'ye komşu diğer ülkelerdeki kamplarla mukayese kabul etmeyecek derecede iyi, hatta ‘harika’ olduğunu söylemişlerdi. Ancak tabii ki artan mülteci sayısının kampların mekanı ve imkanları üzerinde baskısı çok büyük. Haliyle Öncüpınar da şu an daha sıkışık vaziyette. Suriye'deki çatışma ve bu çatışmada ortaya çıkan farklı fraksiyonlar arasındaki gerilimler ister istemez kamplara da sirayet ediyor. Kamplarda kimi grupların çekişmeleri de yaşandı; can güvenliği sorunları ortaya çıktı. Kamp sakinlerini oluşturan gruplar arasında dengesizlikler, hakim grupların ağırlığı da kamp içerisinde etkili olabiliyor. Suriye’deki çatışmanın tezahürü kamplarda devam ediyor. Ermeniler, Süryaniler öncelikle Türkiye’ye kaçmak istemediler. Kaçtıkları zaman da kamplara girmeye çekindiler. Kamp bir de kayıt sistemine girmek demek, bu da tedirginlik yaratıyor. Demek ki Türkiye Cumhuriyeti içine ve dışına pek güven vermiyor. Ama en önemlisi iki yıldır endişe ettiğimiz politikasızlık. Bu durum mültecilerin sorunlarını ve yerleşik ahalinin öfkesini arttırıyor. 2014 Şubat ayı itibarıyla Urfa’da gündelik iş yapan vasıfsız işçinin yevmiyesi 20 liradan 7 liraya düşmüştü. Urfalı işçi pazarda daha az şansa sahip. Devlet her şeye güvenlik meselesi olarak bakıyor, asayiş uygulamalarıyla bu sorunu çözmeye çalışıyor. Suriyeliye saldıran komşuyu her gün inzibati tedbirle durduramazsın. Antep, Urfa , Antakya ahalisi şunu görmüş durumda: Bu insanlar artık buradalar. Kamu yetkililerinin bu durumu kabul etmesini ve kendilerine ne yapmayı planladığına dair bilgi vermesini bekliyorlar. Belediye, Milli Eğitim, Sağlık Müdürlüğü, sivil toplum örgütleri, Suriyeliler bir araya gelip bir şeyler yapabilirler ama kamu buna öncülük etmek şöyle dursun, kendi planlarıyla ilgili ne bir bilgilendirme ne de istişare yürütüyor. İnsanları öfkelendiren, çileden çıkaran güvenlerini eriten bu, yangın yerinin ortasında kamunun politikasızlığı.
Suriye’den gelen mülteci dalgasıyla Sol ilk defa böyle bir sorunu farketti. Türkiye’de muhalefet böyle bir süreçte nasıl bir testten geçti?
Emel Kurma: Bence testten değil öğrenme zamanından geçiyoruz. Kimsenin hakları önem sırasına dizdiğine inanmak istemem. Birincisi yerel ahalinin bu konudaki korkularını, tepkilerini doğru dürüst çözümlemek lazım. Devlet ‘din kardeşiyiz’ gibi değerler üzerinden vaazlarla durumu düzeltmeye çalışıyor. İnsanlara ‘kötü olmayın’ diye nasihat etmekle olmuyor; bu gayet gayrı-ciddi, gayet romantik bir yaklaşım. İkincisi de, belki bu vesileyle ülke, dil, din, etnik aidiyet sınırı tanımayan bir yurttaşlık gereği, hali kavranabilir.
Röportaj: Şenol Karakaş