Irkçılık, bazı insanların diğerlerine göre üstün bir "ırk"a ait olduğu inancıdır.
Irkçılar "ırk"ı ortak bir soya sahip bir grup insan olarak tanımlıyor.
Ten rengi gibi kalıtsal ve biyolojik bazı özelliklere dayanarak, farklı ırkların olduğunu ileri sürüyor. Oysa değişik coğrafyalardan insanları bir birinden ayıran niteliksel farklılıklar yok.
Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, "ırk" sadece imgesel bir durum, biyolojik bir temele dayanmıyor.
Özellikle 1970'lerden bu yana ırkçı ayrımcılığa karşı verilen mücadeleler, biyolojik farklılıklara yapılan göndermeler konusunda toplumsal bir duyarlılık oluşturdu.
Bu nedenle 'yeni ırkçılık', insanların dış görünümlerinden çok, onların kültürel farklılıklarına, göçmen olma gibi ayırt edici demografik özelliklerine veya dini inançlarına saldırmayı tercih ediyor.
Irkçılık, tarih, coğrafya ve kültür farklılıklarına ve diğer toplumsal faktörlere bağlı olarak farklı biçimler alabiliyor. Günümüzde etnik ırkçılık ile dini inançlara yönelik ayrımcılık çoğu kez bir biriyle ilişkili bir şekilde kullanılıyor.
Irkçılığın tarihi
Kapitalizm öncesi dönemde insanların baskı altında tutulduğu birçok rejim söz konusu olmuş olsa da, kapitalizmin ortaya çıkışına kadar ezme-ezilme ilişkilerinde bir araç olarak ırkçılığın kullanılması söz konusu olmadı. Yunanlılar ve Romalılar açısından mesele, ırklardan bağımsız olarak 'medeni' olanlarla 'barbarlar' arasındaydı. Beyazlar 'barbar' olabilirken, siyahlar 'medeni' olarak kabul görebiliyordu.
Irkçılık, Avrupa'ya özgü olmadığı gibi, evrensel ve insanın doğasıyla ilgili bir olgu da değil; insanlığın toplumsal gelişmesindeki bir evresinin ürünüdür.
Avrupa'da ilk belirgin ırkçılık 16. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıktı. Portekizliler ve İspanyollar yeni sömürgeler ele geçirmek üzere dünyayı keşfe ve yeni toprakları fethetmeye başladıklarında, 'köleleştirilmiş Hıristiyanları kurtarmak' kaydıyla Papa'nın da desteğini aldılar. Ancak bu onların gittikleri kıtalarda yerlileri köleleştirmesine engel olmadı. Bunu, yerlilerin inançsız oldukları savıyla meşrulaştırıyorlardı.
Büyük Britanya'da kölelik, ABD'de olduğu gibi geniş bir toplumsal mücadele ve yeni sanayileşmenin ortaya çıkardığı işçi sınıfının desteğiyle 1807'de, Britanya İmparatorluğu'nun hâkim olduğu tüm ülkelerde ise 1833'te kalktı. Ancak ırkçılık bir ideoloji olarak varlığını günümüze kadar sürdürdü.
Günümüzde ırkçılık
21. yüzyılda ırkçılık, daha önce olduğu gibi, bir yandan işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluştururken, öte yandan emperyalist savaşları ve dünya kaynaklarının adaletsiz dağılımını meşrulaştırmanın aracı olarak kullanılıyor.
Türkiye'de de 'tehdit ideolojisi' iş görmektedir. Ülkenin sürekli bir bölünme ve yok edilme tehdidi altında olduğu savıyla, Ermenilere, Kürtlere ve siyasal İslamcı toplumsal güçlere karşı sürekli bir seferberlik ortamı yaratılmakta, bu sayede Kemalist düzenin egemenlik ilişkileri ayakta kalabilmektedir.
Bu 'laik' militarist ve kurumsallaşmış ırkçılık, Türkiye işçi sınıfının birliğinin önündeki en büyük engellerden birini oluşturuyor.
Egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimine dayanan ırkçı ideolojiyi yenmeden, işçi sınıfının birliğini sağlamak olanaklı değil.
Bu nedenle sosyalistler için ırkçılığa karşı mücadele, iktidar mücadelesinden ayrı düşünülemez.