Ulus, dil ve toprak parçası gibi nesnel ölçütler üzerinden yükselen ortak bir tarihsel yazgının ürünü. Aynı felaketlere, aynı zulümlere, aynı ayrımcılıklara maruz kalan insan grupları arasında zamanla bir ulusal kimlik duygusu oluşur. Bu kimlik duygusunun yaygınlığına bağlı olarak topluluğun kendisi ulus olup olmadığına karar verir. Milliyetçilik, bu ulusal kimlik duygusundan yola çıkarak, ulus kavramını en önemli politik ve toplumsal değer olarak öne çıkartır.
Milliyetçilik bir fikir olarak ortaya çıktığı andan itibaren, egemen sınıf olarak örgütlenen büyük burjuvazinin en önemli silahı oldu. Irkçı cinayetleri, soykırımları kışkırtan ve meşrulaştıran milliyetçilik zehri, topluma “hepimiz aynı gemideyiz” masalı ile şırınga ediliyor. Kapitalistlerin pazarından başka bir şey olmayan “kutsal vatanı” korumak için ortaya atılan milliyetçiliğin karşısında Marksizm, aynı dili konuşsa bile sarayda lüks içinde yaşayan patron ile kıt kanaat geçinen bir işçinin çıkarlarının aynı olmadığını, tersine, dünyanın her yerindeki farklı uluslardan işçilerin çıkarının aynı olduğunu anlatır.
Ama kapitalist sistemin bir kaç kapitalist devletin dünyanın geri kalan kısmı üzerindeki hakimiyetiyle emperyalizm halini almasıyla birlikte ulusal bölünmeleri keskinleştirmesi ve bu nedenle milliyetçiliğin varlığını sürdürmesi, tarihin ilerletici gücünün sınıf mücadelesi olduğunu söyleyen Marksizm’in işini zorlaştırıyor. Emperyalizmde büyük sermaye ile devletin giderek iç içe geçmesi eğilimi sonucunda rakip sermayeler arasındaki çelişkiler çoğu zaman ulusal devletler arasında saflaşmalara yol açıyor. Bu saflaşma, çıkarını kendi emperyalist (veya alt emperyalist) devletinde gören reformistlerin etkisiyle, işçi hareketini de “ulusal çıkar” hegemonyasına sokuyor ve milliyetçileştiriyor. Diğer taraftan emperyalist ve alt emperyalist devletler tarafından sömürülen ülkelerde ise kaçınılmaz olarak milliyetçilik yükseliyor. Emperyalizmin hem ezen ülke işçilerinde hem de ezilen ülke işçilerinde yarattığı milliyetçilik eğilimlerine karşı doğru tutum almak, devrim stratejisi bütün ülkelerdeki işçilerin birliğine dayalı (enternasyonalist) olan Marksistler için hayati öneme sahip.
Marx’ın İrlanda’ya bakışı
Marx’ın, İngiltere’deki işçi sınıfını birleştirmek için İrlanda’nın bağımsızlığını savunurken ezen ülke işçileri ile ezilen ülke işçilerinin birbirlerine karşı tutumlarını şu şekilde özetliyordu:
“İngiltere’deki her sanayi ve ticaret merkezi şimdi iki düşman kampa bölünmüş bir işçi sınıfına sahip: İngiliz proleterler ve İrlandalı proleterler... Sıradan bir İngiliz işçi İrlanda’lı işçilerden yaşam standardının düşmesine neden olan bir rakip olarak nefret eder. İrlanda’lı işçilerle ilişkisinde kendisini egemen ulusun bir bireyi olarak hisseder ve böylece kendisini, ülkesinin kapitalistleri ve aristokratlarının İrlanda’ya karşı bir aleti durumuna dönüştürür ve bu yüzden de onların kendisi üzerindeki egemenliğini güçlendirir. İrlandalı işçilere karşı ulusal, sosyal ve dinsel önyargıları sevinçle benimser. Onlara karşı tavrı eski Amerikan köleci eyaletlerindeki ‘yoksul beyaz’ların ‘zenci’lere karşı tavrının aynısıdır. İrlanda’lı ise, İngiliz işçisine karşı aynı tepkiyi daha da keskin olarak gösterir. İngiliz işçisini İrlanda’daki İngiliz egemenliğinin hem suç ortağı hem de aptal maşası olarak görür. Bu düşmanlık, basın, kilise, mizah dergileri, kısacası egemen sınıfın emrindeki tüm araçlar tarafından yapay olarak canlı tutuluyor ve yoğunlaştırılıyor. Bu düşmanlık İngiliz işçi sınıfının örgütlü olmasına karşın güçsüz olmasının sırrıdır. Kapitalist sınıfın iktidarını sürdürmesinin sırrıdır. Ve egemen sınıf bunun tamamen farkındadır.”
20. yüzyılda pratik bir sorun
Lenin emperyalizm çağında Marx’ın bu tutumunu genelleştirirken ezilen ulusları işçi sınıfının politik iktidar mücadelesinin antiemperyalist bir öznesi olarak görüyor ve ulusların kendi kaderlerini tayin etme talebini emperyalizme karşı mücadelenin bir parçası olarak destekliyordu. Lenin de Marx gibi, ezen ulus işçilerinin kafasındaki milliyetçi fikirlerden kurtulmadan, ezen ulus işçilerinin ezilen ulusun ayrılma hakkı da dahil kendi kaderini tayin etme hakkını savunmadan kendi egemen sınıfından özgürleşmesini mümkün görmüyordu. Lenin ulusal kurtuluş mücadelesini küçümseyen, bir sapma olarak gören devrimcileri de eleştiriyordu:
“Sömürgelerde ve Avrupa’da küçük ulusların başkaldırısı olmaksızın; tüm önyargıları ile küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin devrimci patlamaları olmaksızın; politik olarak bilinçsiz proleteryanın ve yarı proleter kitlelerin toprak ağaları, kilise ve monarşinin baskılarına karşı, ulusal baskılara karşı vb mücadelesi olmaksızın bir toplumsal devrim olabileceğini düşünmek toplumsal devrimi reddetmek demektir. Bir ordu bir yerde sıralanıyor ve ‘bizler sosyalizm adına buradayız’ diyor, diğer bir ordu başka yerde ‘biz emperyalizm adına buradayız’ diyor ve bu da toplumsal bir devrim oluyor. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyenlerin ömrü, böylesi bir devrim görmeye yetmeyecektir.”
Ayrı konumlar, ayrı roller
Öte yandan Lenin, ezen ulus sosyalistleri ile ezilen ulus sosyalistlerinin görevlerini ayırt ediyordu. Ezen uluslarda ana düşman egemen sınıfın milliyetçiliğidir. Sosyalistler hem işçi hareketi içinde var olan milliyetçiliğe karşı çıkmalı, hem de ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemelidir. Ezilen ulus sosyalistleri ise antiemperyalist mücadele sürdürürken bir yandan da işçi sınıfının uluslararası birliğini desteklemelidir.
Lenin’in yaklaşımıyla ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını desteklemek soyut bir ilke değil, antiemperyalist mücadelenin bir parçasıdır. Bu nedenle, başka ulusları ezerek başarıya ulaşmak isteyen ve dolayısıyla emperyalizmin güçlenmesine yol açan hareketler desteklenmez; sadece ulusal bağımsızlık talepleri nedeniyle emperyalizmle çelişkiye düşen ve zaferleri ile emperyalizmin zayıflamasına yol açacak olan hareketler desteklenir. Diğer taraftan bu destek, ulusal kurtuluş hareketinin siyasi programı ile anlaşma koşuluna bağlı değildir. Bu şekilde ulusal kurtuluş hareketi ile birlikte ilkeli bir antiemperyalist mücadele sürdürmek ama aynı anda bu hareketin milliyetçiliğini ve sınıf uzlaşmacı politikalarını eleştirmek mümkün hale gelir.
Kemal Başak