Burak Demir
19 Ekim'de Mahmur'dan ve Kandil'den gelen PKK'li gerillaların "Pişman olduğumuz için değil, liderimiz Abdullah Öcalan çağırdığı için geldik" demeleri ve buna rağmen tutuklanmamaları tüm Kürt illerinde ve İstanbul gibi bazı batı Türkiye illerinde coşkuyla karşılandı. Bu yaşananlar coğrafyada barış isteyen herkesin umutlarını canlandırırken Türkiye egemen sınıfını ve bu sınıfın çıkarlarına göre hareket eden AKP'yi korkuttu.
Açılım sürecinde iplerin hükümetin elinden Abdullah Öcalan'ın ve PKK'nin ellerine geçiyor olması, diğer yandan muhalefetin sesinin yükselmesi ve biz görememiş olsak da muhtemelen kapalı kapılar arkasında ordunun da sesinin yükselmiş olması AKP'ye geri adım attırdı ve Avrupa'dan gelecek olan PKK'li barış elçilerine kapılar kapandı. Kürt illerinde yaşanan büyük karşılamanın bir benzerinin de İstanbul'da yaşanmasına izin verilmedi.
Açılım sürecinin bu şekilde duraklaması pek çok barış yanlısını endişelendirdi. "Acaba süreç tümüyle duruyor mu?" sorusunu soranların sayısı gittikçe arttı.
Açılımın durması artık mümkün değil!
Açılım başladığından beri arada bazı başka konular gündeme otursa da esas gündemimiz hep Kürt açılımı.
Dağlıca, Aktütün gibi operasyonlardan sonra her yeri donatan kırmızı bayraklar arasında Kürt kelimesini kullanmaktan korktuğumuz günlerin üzerinden daha iki yıl geçmedi. Açılım başladıktan sonra bile, daha birkaç ay önce, kısa süre öncesine kadar "PKK'ye terör örgütüdür demeyenlerle görüşmem" diyen Başbakanın Ahmet Türk'le görüşmesine, Cumhurbaşkanının Norşin'e Norşin demesine ne kadar sevinmiştik. Oysa bugün öyle bir noktadayız ki, bu adımlar bize oldukça önemsiz geliyor. Öcalan'ın çağrısıyla PKK'li gerillaların bayram havasında evlerine dönmelerini İstanbul'un orta yerinde kutlarken, Kürtlerin liderinin hâlâ doğrudan muhatap alınmıyor olmasına hayıflanmaya gerek yok.
Bu adımlar yeter mi?
Atılan bu adımlar elbette ki yeterli değil. Kürtler onlarca yıldır, Norşin'e Norşin dedirtebilmek, üniversitelerde Kürt Enstitüleri açılmasını sağlayabilmek için mücadele etmediler. Kürtler onlarca yıldır; ulusal kimliklerinin tanınması için, dillerini istedikleri gibi kullanabilmek ve kültürlerini özgürce yaşayabilmek için, kendi coğrafyalarında özgürce yaşayabilmek ve kendi kendilerini yönetme haklarını kullanabilmek için mücadele etiller. Devletin baskıları arttıkça daha büyük bir motivasyonla mücadele edip, en ufak bir demokratik çözüm umudunda silahlarını susturup "barış, barış, barış" diyerek bu taleplerinin yerine getirilmesini istediler. Ve tüm bu talepleri gerçekleşene kadar da durmaları mümkün değil.
Kürtlerin talepleri yerine gelmeden Kürt hareketinin durmayacağını biz zaten ezelden beri biliyorduk. Ama önemli olan, bunu artık devlet ve AKP de biliyor. Çözümün ancak daha fazla demokrasiyle olabileceğini anlayan AKP sorunu egemen sınıfın çıkarlarına en uygun şekilde çözmeye çalışıyor. Diğer yandan savaş isteyenlerin; CHP'nin, faşist MHP'nin ve onlarca yıldır savaştan beslenen ordunun ve bürokrasinin mücadeleleri de sürüyor. Ve tam da bu sebeplerle açılım; duraklamadan, tıkır tıkır ilerleyemiyor.
Açılım, eğer korkulduğu gibi tümüyle durursa ne olur?
Bugün öyle bir noktadayız ki; eğer açılım durursa, eğer Kürtler barış umutlarını tümüyle yitirirlerse, rüzgar tümüyle tersine döner. Bugün esen barış rüzgarı, kanlı bir fırtınaya döner. Ateşkesini sürdürmekte olan PKK savaşa tekrar başlar. Hem de bu kez, sadece dağlarda değil kentlerde de çok şiddetli, 30 yıldır hiç olmadığı kadar şiddetli bir savaş yaşanır. Çünkü; açılım sürecinde morali yerine gelen, yıllardır verdiği onurlu mücadelesinin sonuç verdiğini gören ve dağdan gelen evlatlarını karşılamak için bir anda bir araya gelen milyonlarca Kürdün motivasyonu o kadar yüksek bir düzeye vardı ki rüzgar tersine döndüğü anda, barış umudu kalmadığı anda savaş çok daha şiddetli yaşanmaya başlar.
Rüzgarın tersine dönmesini, savaşın tekrar şiddetlenmesini ve bölgenin kaosa girmesini Kürtler de istemez, Türkiye işçi sınıfı da istemez, bizim gibi devrimci sosyalistler de istemez. Savaşarak kazanım elde edemeyecğini anlayan egemen sınıf da açık ki kendi çıkarlarına gore yönetilen bir açılım sürecinden yana. Kapitalistlerin çıkarları gerektirdiği için bugün barış süreci işliyor fakat bu barış süreci esas olarak; kapitalistlerin değil, kapitalistlere barıştan başka ihtimal bırakmayan Kürt halkının eseridir.
Bir süredir duraklama dönemini yaşayan açılım süreci kısa sürede tekrar canlanacak ve olumlu adımlar atılmaya devam edecektir. Hükümet açılım sürecini 10 Kasım'da meclise taşıyacağını açıkladı. Grup toplantısında muhtemelen Başbakan yine çok önemli bir kouşma yapacaktır ve açılım süreci hareketlenecektir. Kısa süre içinde de, Avrupa'dan gelecek olan PKK'li barış elçilerine kapılar açılacaktır ve on binlerce Kürt ile maalesef az sayıda da olsak biz, Kürtlerin koşulsuz destekçisi sosyalistler, şenlik havasında onları karşılayacağız.
Bize düşen görevler
Sosyalist İşçi'de daha önce de defaatle belirtildiği gibi; Kürt halkının kararlı mücadelesi sonucu buraya gelen süreci hızlandırmak, açılımın egemen sınıfın çıkarlarının gerektirdiği sınırlardan daha da öteye gitmesini sağlamak, Kürt halkının ve önderlerinin özgürlüğünü sağlamak ve bölgeye demokrasinin yerleşmesini sağlamak için; Kürt illerinden yükselen sesin Türkiye'nin batısından da yankılanması gerekiyor.
Diğer yandan, açılımın başarıyla ilerlemesi; Ergenekon davasının sonuna kadar gitmesine, İlker Başbuğ'un ve tüm cuntacıların yargılanmasına, ülkeyi kendi bahçeleri gibi gören yargıçların ihraç edilmesine ve diğer tüm demokrasi karşıtı unsurların yokedilmesine de bağlı. Tüm bunların gerçekleşmesi için de özellikle batıdan kitlesel bir hareketin sokağa çıkması ve bu talepleri dile getirmesi gerekiyor.
Bunu sağlayabilecek büyük bir kitle var Türkiye'de. Fakat onları birleştirecek, taleplerini dile getirmelerini sağlayacak, yığınlar halinde sokaklara dökülüp barış için ve demokrasi için haykırmalarını sağlayacak güçlü bir sol parti yok.
Bize düşen görev de; bir yandan küçük olsa da var olan tüm gücümüzle bu taleplerin sokağa taşınmasını sağlamak, bir yandan da kitlesel bir sol partinin inşası için üstümüze düşen görevleri yerine getirmek.