-Alex Callinicos-
(Socialist Review, Eylül 2003)
Bundan iki yıl önce, İkiz Kuleler alevler içerisinde yanar ve çöker ve binlerce insan ölürken, dünya, Manhattan’daki insanı dehşete düşüren bu sahneleri şaşkınlık ve dehşet içinde izledi. Buna yanıt olarak, George W. Bush, Amerika’nın savaş halinde olduğunu ve ‘kötülüğe karşı iyiliğin devasa mücadelesini’ vereceğini ilan etti. Tony Blair’e göre, 11 Eylül yeni bir dönemin başlangıcının işaretiydi. Kendisi, Temmuz ayında Amerikan Kongresi’nde yaptığı konuşmasında, ‘Tarihi inceleyerek günümüz için çıkarılabilecek derslerin bu kadar az olduğu bir dönem hiç yaşanmamıştır’ demişti.
Oysa, ‘terörizme karşı savaş’, geçmiş imparatorlukları inceleyenlere tanıdık gelecek pek çok unsur içeriyor. Amerika ve müttefikleri –başta İngiltere olmak üzere – şu ana kadar iki ülkeyi fethettiler (Afganistan ve Irak) ve bunlardan ikincisini işgal ettiler. Bu arada, Amerikan üsleri ve askeri operasyonları bütün dünyaya yayıldı: Amerika, eski sömürgesi Filipinler’e geri döndü, Orta Asya’daki yeni nüfuz alanındaki kontrolünü pekiştirdi, Güney Doğu Asya adalarından Kızıl Deniz sahillerindeki çöllere uzandı.
Bu askeri operasyonun eşliğinde, ancak küresel bir gizli polis olarak tanımlayabileceğimiz bir olgu gelişiyor: CIA ve FBI tarafından yönetilen ama pek çok başka kurumun da dahil olduğu ve ulusal anti-terörizm yasaları ve idari başkanlık kararnameleri yoluyla meşrulaştırılan bir polis. Bu muazzam baskı aygıtına kurban gidenler ise, kendilerini, şüphelilerin hicbir yargıdan geçmeden sorgulamaya maruz kaldıkları ve işkence gördükleri belirli kilit merkezlere atılmış buluyorlar. Guantanamo Bay’deki Camp X-Ray (daha sonra Camp Delta) bunların en ünlüsü, ama başkaları da var – örneğin Afganistan’daki Bagram hava üssündeki ‘tutuklama tesisleri’. Olasıdır ki, birgün bunlar, Stalin’in terör döneminin Lubianka hapishanesi kadar ün salacaklar.
‘Terörizme karşı savaş’ politikasının 11 Eylül’e karşı verilebilecek tek haklı yanıt olduğunu kanıtlamak için çok büyük bir ideolojik çaba sarfediliyor. Ancak çok zaman olduğu gibi, egemen ideolojinin içinden bakıldığında ‘çok açık’ görülen, gerçekte tam tersi. Felsefeci ve kültür kuramcısı Slavoj Zizek bunu çok güzel dile getiriyor: ‘11 Eylül’de Amerika’ya nasıl bir dünyanın parçası olduğunu farketme fırsatı verildi. Amerika bu fırsatı değerlendirebilirdi – fakat değerlendirmedi; bunun yerine, geleneksel ideolojik taahhütlerini yeniden dayatmayı seçti.’
Zizek şöyle devam ediyor: ‘Bu saldırılardan çıkarılacak gerçek ders şudur: böyle bir olayın burada tekrar olmamasını sağlamanın tek yolu, başka yerlerde olmasını da engellemekti. Kısacası, Amerika, bu dünyanın bir parçası olarak kendisinin de saldırıya açık bir ülke olduğunu alçak gönüllülükle kabul etmeli ve bunun sorumlulularının cezalandırılmasını keyifli bir intikam değil, üzücü bir görev olarak yerine getirmelidir – oysa bunun yerine, Amerika, sanki kendisine karşı duyulan bu içerlemenin nedeni onun aşırı güc sahibi olması değil de, güçsüz olmasıymış gibi, dünyanın küresel polisi olmak gibi istisnai bir rolü güç kullanarak yeniden dayatıyor.’
Demek ki, terörizme karşı savaş, 11 Eylül’e karşı gösterilen otomatik ve kaçınılmaz bir tepki değil, politik bir seçimdi. Zizek bu seçimi, bütün Amerika’nın ortak yanıtıymış gibi sunuyor, fakat, tabii ki, dünyanın şu anda karşı karşıya olduğu şey, Bush yönetiminin küresel politikasını yöneten sağ kanat Cumhuriyetçi Partililerin çekirdeği tarafından uygulanan bir politika.
Bu politika bir anda değil, adım adım ortaya çıktı: önce, Bush’un 20 Eylül 2001’de Kongre’nin birleşik oturumundaki söylevi, ardından 29 Şubat 2002’de ‘şer ekseni’ konuşması ve nihayet, aynı yıl 1 Haziran’da West Point askeri akademisinde Bush Doktrini’nin ilan edilmesi. Bütün bunlar, bir yıl önce Beyaz Saray tarafından yayınlanan Amerika Birleşik Devletleri’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin bir özetini oluşturuyordu. Tek cümleyle basitçe özetlersek: Washington, tehdit olarak gördüğü herhangi bir devlete tek başına saldırma hakkını elinde tutuyor.
Bush doktrini hakkında anlaşılması gereken en önemli şey, bu doktrinin, özünde, 11 Eylül’e verilen bir yanıt olmadığıdır. Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Condoleeza Rice, geçen yıl yaptığı bir konuşmada bunu ağzından kaçırdı: ‘9/11 kadar güçlü bir deprem uluslararası politikanın temel zemin yapısını değiştirebilir. Uluslararası sistem Sovyet gücünün çöküşünden bu yana bir karmaşa döneminden geçiyor. Şimdi bu dönüşüm belki de (hatta büyük olasılıkla) sona eriyor. Eğer bu saptama doğruysa, eğer Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve 11 Eylül uluslararası politikada önemli bir değişimin başlangıç ve bitiş noktalarıysa, o zaman, sadece ciddi bir tehlike döneminden değil, aynı zamanda büyük bir fırsatlar döneminden geçiyoruz. Çamur tekrar kurumadan önce, Amerika ve dostlarımızla müttefiklerimiz bu yeni fırsatları değerlendirmek için harekete geçmelidir.’
Demek ki, 11 Eylül sadece bir felaket değil, aynı zamanda bir fırsattı. Ya da başka bir deyişle, 11 Eylül, Bush yönetimine zaten yapmak istediği şeyleri yapması için bahane sağlamış oldu. Birçok yorumcu, bu projenin kaynağını, 1990’ların başlarında başkan yardımcısı Dick Cheney büyük Bush’un savunma bakanıyken taslak olarak hazırlanan Savunma Planlamasının Anahatları’na ve Clinton yönetimi zamanında yeni-muhafazakar bir entellektüeller takımı (bunların çoğu şimdi genç Bush yönetiminde görev yapıyor) tarafından başlatılan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesine dayandırıyor.
Rakipler
Bu projenin üç ana unsuru var. Birincisi, Savunma Bakanı Yardımcısı Paul Wolfowitz gibi yeni-muhafazakarlara göre, Amerikan hegemonyası, uzun vadede, potansiyel ‘eşit rakipler’in tehdidiyle karşı karşıya. Bunların bazıları, Avrupa Birliği ve Japonya gibi eski ekonomik rakipler. Bunların ardından, hâlâ nükleer bir süpergüç olan eski düşman Rusya ve olağanüstü ekonomik büyüme hızı ciddi bir askeri güç inşa etmesine olanak sağlayan yeni rakip Çin geliyor. Washington, askeri gücünü (bu, Amerika’nın, tüm diğer büyük devletlerin toplamından daha büyük olduğu boyut) dayatarak, Amerikan kapitalizminin egemenliğine tabi olan bir küresel güçler dengesini kalıcı kılabilir.
Irak’ın işgali, Amerika’nın gücünü gözler önüne sermeyi amaçlıyordu. Ama ayrıca Bush ekibinin ikinci hedefi açısından da yararlıydı. Orta Doğu, Washington için her şeyden önce dünya petrol rezervlerinin üçte ikisine sahip olduğu için stratejik açıdan çok önemli bir bölge. Wolfowitz ve Amerikan yönetimi içerisinde Wolfowitz gibi düşünenler, bölgenin, halen varolan diktatörlüklerin yerine şu anda Latin Amerika’da yaygın olanlar gibi biçimsel olarak demokratik kapitalist oligarşiler kurulmasını sağlayan bir dizi ‘demokratik devrim’ yoluyla, Amerika’nın egemenliği altında istikrarlı hale getirilebileceğine inanıyorlar. Amerika’nın Irak’ı işgali bu dönüşümlerin birincisini gerçekleştirmeyi amaçlıyor.
Ücüncüsü, Bush yönetiminin diğer önde gelen kapitalist devletlerin de içinde yer aldığı koalisyonlara güvenme eğilimi, kendisinden önceki yönetimlere göre çok daha az. Bush’un ne kadar ileri gitmeye hazır olduğu, Irak savaşının öncesinde açığa çıktı: Washington, Avrupa Birliği içerisinde savaşa karşı olan ‘Eski Avrupa’ (Fransa, Almanya, Belçika) ile İngiltere, İtalya ve İspanya’daki sağcı hükümetlerin başını çektiği ve gelecek yıl Avrupa Birliği’ne üye olması beklenen Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin de çoğunu kapsayan Amerikan yanlısı devletler arasında bir bölünme provoke etti.
Bu, çok büyük bir jeo-politik proje. Tevekkeli değil, önde gelen yeni-muhafazakarlar, bitmek şöyle dursun, daha uzun süre devam edecek olan bir savaştan söz ediyorlar. Eski CIA yöneticisi James Woolsey, ‘terörizme karşı savaş’ı Dördüncü Dünya Savaşı olarak adlandırıyor (anlaşılan, Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya Savaşı’ydı) ve bu savaşın on yıllarca süreceği tahmininde bulunuyor. Bush’un kilit siyasi danışmanı Karl Rove, Irak’ı savaşın içinde sadece bir muharebe olarak nitelendiriyor.
Peki bu savaş şu ana kadar nasıl gidiyor? Bush yönetiminin başarılı olduğunu iddia edebileceği noktalar, Afganistan ve Irak’ta kazandığı hızlı askeri zaferler. Ama zaten dünya tarihinin en büyük askeri gücünün, derme çatma bir savaş ağaları ordusunu ve 13 yıl boyunca kendisine uygulanan yaptırımlar sonucunda zayıf düşmüş orta boy bir Arap devletini kolayca yenebiliyor olmasında şaşırtıcı bir şey yok.
Ancak, bu öngörülebilir askeri zaferlerin sonuçları çok daha müphem. Washington, Taliban’ı devirmek için Afganistan’da iki silah kullandı: hava gücü ve CIA tarafından bazı savaş ağalarına taraf değiştirmeleri için verilen rüşvet. Bugün, ülkenin çoğunluğunda yine savaş ağaları hüküm sürüyor; acınası bir ‘başkan’ olan Hamid Karzay ise Kabil’de iktidarın gerçeğine değil, simgelerine sarılmış duruyor.
Bu durum, Afganistan’ın yoksul nüfusu için daha da fazla sefalet anlamına geliyor, fakat Pentagon’un çıkarlarına tam da uyuyor. Bagram, Afgan geleneklerine uygun olarak dağlara çıkan El Kaide ve Taliban savaşçılarına karşı seçkin Amerikan birliklerinin akınlar düzenleyebilmesi için kullanışlı bir üs oluşturuyor. Afganistan’daki Uluslararası Güvenlik Yardımı Güçleri’nin sorumluluğunu üstlenen NATO ise ülkenin geri kalanında istikrarı sağlamak göreviyle ümitsizce boğuşuyor.
Ne var ki, bu formülün Irak’ta işe yaraması mümkün değil. Saddam Hüseyin’i devirmek, Amerikan ordusunu Arap dünyasının orta yerine yerleştirmiş oldu. Ayrıca Washington’un, dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip ülkesinin denetimini ele geçirmesini sağladı. Eğer işler kötüye giderse, Bush, Bill Clinton’un 1993-94’de Somali’de yaptığı gibi askerleri kolayca ülkeden geri çekip Irak’i çürümeye bırakamaz. Irak çok önemli bir ülke. ‘Demokratik devrim’, burada işe yaramak zorunda.
Ama bütün göstergeler işe yaramayacağını gösteriyor. Ülke içinde gerçek bir tabanı olan Iraklı liderlerin pek azı ‘Koalisyon Geçici Yönetimi’ ve onun yarattığı ‘Yönetim Konseyi’ ile ilişki kurmayı kabul ediyor. Daha acil kaygılara yol açan unsur ise, Amerikan ve İngiliz birliklerinin şu anda sürekli saldırı altında olmaları. Şimdiye kadar direniş Irak’ın merkezinde, aslen Sünni müslümanların yaşadığı bölgede yoğunlaştı, fakat Şii çoğunluğun yaşadığı Güney Irak’ta da olaylar yaygınlaşıyor (bunların en önemlisi Haziran’da altı İngiliz askeri polisinin öldürülmesiydi).
Lübnan’da 1982 savaşının ardından, önce Amerikan, sonra da İsrail güçlerinin, Amal ve Hizbullah’lı Şii gerillalar tarafindan ülkeden defedilmesi, Amerika’nın siyasetini saptayanların aklında korkulu bir örnek olarak duruyor olsa gerek. Washington’daki Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde Profesör olan Anthony Cordesman yakın zamanda, ‘Amerika bir hata yaparsa, sadece barışı elden kaçırmakla kalmaz, üçüncü bir Körfez Savaşı da yaratabilir’ uyarısında bulundu.
Bu korkunç senaryo gerçekleşmese bile, Irak, birçok Amerikan askerinin ülkeye saplanıp kalmasına neden olacak. Geçen Şubat ayında, Amerikan ordusu emekli kurmay başkanı General Eric Shinseki’nin Kongre’ye Irak’ı elde tutmak için yüz binlerce askerin gerekeceğini söylemesi fırtınalar yaratmıştı. O zaman Irak’ın işgalini hazırlamakta olan Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, bu açıklamayı reddetmiş ve ardından Shinseki’yi desteklediği için ordudan sorumlu bakan Thomas White’i görevden almıştı.
Haklı cıkmak
Ama Bağdat’ın düşmesinden bu yana yaşananlar Shinseki’yi haklı çıkardı. Haziran’ın sonunda Financial Times gazetesi, Somali, Haiti, Bosna, Kosova ve Afganistan’da Amerikan özel temsilciliği yapmış olan James Dobbins ile bir röportaj yaptı: ‘Bay Dobbins, şu anda aşağı yukarı 175.000 olan Irak’taki Amerikan askeri sayısının yetersiz olduğunu, gerekli asker sayısı konusundaki daha gerçekçi tahminin 300.000 olabileceğini söylüyor. Bay Dobbins’e göre, Amerika bu gücün hemen hemen tamamını tek başına sağlamak zorunda kalırsa, bunun Amerikan askeri kaynakları üzerindeki etkisi yıkıcı olur; bölgeye rotasyonlu olarak giren ve çıkan askerler düşünüldüğünde, bu yaklaşık bir milyon askerin (yani Amerikan ordusunun neredeyse tümünün) büyük ölçüde Irak’a bağlanması anlamına gelir. Pentagon sözcüleri bu sayının gerekli olacağına katılmıyorlar, fakat Irak konusunun Amerika’nın kaynaklarını zorlayacağını kabul ediyorlar.’
Kuşku yok ki zorlayacak. Amerikan askeri üstünlüğü, deniz ve hava kuvvetleri yoluyla devasa bir güç kullanma yeteneğine ve hava desteği ile yüksek teknolojili silah sistemlerine dayanan nispeten küçük bir orduya bağlı. Bu ordunun büyük bir kısmının Irak’a saplanıp kalması Bush yönetiminin küresel stratejisini ciddi bir şekilde yaralayacaktır.
Örneğin, Kuzey Kore’nin nükleer programı ile ilgili olarak bu ülkeyle Amerika’nın çatışması bir sıcak savaşa dönüşebilir. Üst düzey bir ABD görevlisinin, geçenlerde Financial Times gazetesine söylediğine göre, askeri planları hazırlayanlar bu savaşın “daha geleneksel (Irak’a kıyasla) bir savaş, son derece kanlı ve Irak çölleriyle karşılaştırıldığında bu çölleri çocuk oyuncağı durumuna indirecek kadar zorlu bir arazide yürütülen bir savaş” olacağını öngörüyorlar. Amerika, Kore yarımadasında böyle bir savaş başlatırsa, ihtiyaç duyacağı kara birliklerini, Irak’taki durum kötüleşmeye devam ettiği taktirde, yeterli sayıda Kore’ye aktaramayacaktır.
Washington’daki ‘demokratik emperyalistler’, çok zaman Viktorya dönemi Britanya İmparatorluğu’ndan bir model olarak söz ediyorlar. On dokuzuncu yüzyıl Britanya kapitalizmi, küresel ekonomiye hükmetmek ve dünya çapında bir imparatorluğu yönetmek için, tarihçilerin ‘serbest ticaret emperyalizmi’ dedikleri olgu ile birlikte büyük bir donanmaya ve küçük bir gönüllü orduya dayanıyordu. Yeni-muhafazakarlardan Max Boot, yakın zamanda, Amerika’nın Irak’ta karşı karşıya olduğu sorunların ‘hızla, eski İngiliz Sömürge Bürosu ve Hindistan Bürosu modeline uygun bir sömürge bürosu yaratmamız’ gerektiğini gösterdiğini savundu. ‘İngiliz öncüllerinde olduğu gibi, Amerikan sömürge bürosunun da, uygun gördüğünde askeri güçleri yardıma çağırabilen seçkin bir sivil kurum olması gerektiğini’ söyledi.
Britanya’nın Hindistan imparatorluğunun işlevlerinden bir tanesi, sadece Hint yarımadasını baskı altında tutmak için değil, aynı zamanda, Londra’nın başka sömürgelerindeki (örneğin, 19. yüzyıl sonunda Güney Afrika ve Sudan’da) savaşlarda kullanmak için de gerekli olan orduyu sağlaması (ve finanse etmesi) idi. Amerika’nın Hindistan’ı, Irak’a 17.000 askerlik bir güç göndermesi için ikna etmek amacıyla yoğun (fakat sonunda başarısız) bir çaba harcaması ilginç bir tarihsel ironi. Bush yönetimine yaranma hevesinde olan çeşitli Doğu Avrupa devletleri Irak’a asker gönderdiler, fakat asıl askeri yükü taşıyanlar Amerika ve sadık müttefiki İngiltere (Amerika’nın savaşlarında onun yanında yer almak, yakın zamanda Savunma Bakanı Geoff Hoon’un yaptığı açıklamaya göre, artık İngiltere’nin resmi askeri doktrini).
Bush yönetiminin Irak’ta karşı karşıya olduğu zorluklar, Amerikan gücünün bile sınırları olduğunun bir göstergesi. Amerika, askeri alanda bile, sınırsız bir güce sahip olmaktan çok uzak. Gücünün diğer boyutları açısından bu daha da geçerli. Amerikan ekonomisi, Wall Street balonunun patlamasının yol açtığı durgunluktan hâlâ çıkabilmiş değil. Amerikan yönetimi, Irak konusunda yaşadıkları olumsuzluklar nedeniyle Amerika ile uzlaşmaya çok da yatkın olmayan Avrupa Birliği ile ticaret gibi konularda masaya oturmak zorunda.
Amerikan emperyalizmi maddi açıdan olduğu kadar, ideolojik olarak da sınırlara sahip. ‘Terörizme karşı savaş’, Zizek’in deyimiyle Amerika’nın ‘aşırı gücünü’ haklı göstermek şöyle dursun, devasa bir meşruluk krizine yol açtı. Şu anda Hindistan’ı yöneten şoven Hindu çetesi bile, Bush yönetiminin Orta Doğu’daki sömürgecilik projesi ile fazla yakın bir ilişkiye girmekten sakınıyor.
Bu, her şeyden önce, küresel savaş karşıtı hareketin 11 Eylül’den bu yana başardıklarının bir göstergesi. Amerikan gücüne, bugüne dek böylesi yaygın bir karşı çıkış yaşanmamıştır. Bu hareket, sadece Bush yönetiminin hareket özgürlüğünü sınırlamakla kalmadı, aynı zamanda, Hutton soruşturmasının gösterdiği gibi, en yakın müttefiki Tony Blair’in politik yaşamını da tehdit ediyor.‘Terörizme karşı savaş’a karşı mücadelenin önünde uzun bir yol var daha, ama şu ana kadar yaptıklarımız bu yolda ısrarla devam etmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.