Akgün İlhan
Su krizi, iklim değişikliğiyle birlikte, insanlığın karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike. Öyle ki gelen her yeni yılın son bin senenin en sıcağı olduğu bir gezegende sellerle kuraklık arasında savruluyoruz. Bir yandan ekstrem iklim olaylarıyla, öteki yandan da sanayileşme ve kentleşmeyle birlikte su varlıkları kirleniyor ve tükeniyor. Kıtlaşan temiz su, haksız bir paylaşımın nesnesi haline geliyor. Bu su adaletsizliğinden en çok yoksul kesimler, gelecek nesiller ve diğer canlılar etkileniyor.
Dünyada iklim değişikliği ve su krizi
İklim değişikliği ve su krizini anlatan sayılara bakalım. Dünyada 1970’lerden bu yana kuraklıktan muzdarip bölgelerin oranı %15’ten %30’a çıkmış. Günümüzde 1,7 milyar insan su kıtlığının olduğu bölgelerde yaşarken, 2025’te bu sayı 5 milyarı bulacak1. Kuraklık 1900’dan bu yana 11,7 milyon insanın ölümüne neden olurken, 2,2 milyarın hayatını da doğrudan veya dolaylı olarak olumsuz yönde etkilemiş. Aynı dönem içinde sellerden etkilenen nüfus ise 3,5 milyarın üzerinde. Üstelik iklim değişikliğine bağlı olarak buzulların erimesi ve yükselen deniz seviyesiyle, sel ve taşkınların sayısı ve şiddeti artıyor. Su kirliliği ise krizin başka bir yüzü. Dünyada her sekiz saniyede bir çocuk kirli su kullanımına bağlı olarak hayatını kaybediyor (www.foodandwaterwatch.org). Yeryüzündeki hastalıkların %80’i kirli su kullanımına bağlı. Ve kirli su, tüm dünyada sıtma, AIDS, savaşlar ve trafik kazalarının toplamından daha çok sayıda çocuğun ölümüne neden oluyor (www.who.org).
Türkiye’de durum ne?
İklim değişikliği ve su krizi, Türkiye’nin de en önemli sorunu. Ülkenin 2011’deki seragazı salımları, 1990’a oranla %124,2 artış gösterdi. Hemen her senenin bir öncekinden daha sıcak olduğu Türkiye’de seller 1900’dan bu yana 1.342 insanın hayatına mal olmuş. Türkiye’de sel ve taşkınlar, can kaybı ve etkilenen nüfus açısından ikinci sırada yer alıyor. Dünya Yaban Hayatı Koruma Fonu (WWF) tarafından hazırlanan rapora göre Türkiye’de 40 C°’ye yakın sıcaklıklar mevsim normali olurken, tarım alanlarının %40’ı kuruyacak. Yağış miktarı azalırken, başta GAP bölgesi olmak üzere Türkiye’deki tüm nehirlerin taşıdığı su miktarı düşecek. Bu da kuraklığın yanı sıra büyüyen göç, çarpık kentleşme ve su adaletsizliği demek.
Türkiye’nin çözümü: Su potansiyelini yüzde yüz kullanmak
Peki Türkiye, bu kadar büyük bir krizi çözmek için neler yapıyor? İklim değişikliğini yavaşlatmak için herhangi bir politika oluşturdu mu? Hayır. Aksine Türkiye 1990-2011 döneminde %124'lük seragazı artış hızıyla dünyada birinci oldu. Bu da yetmezmiş gibi ülkede, Avrupa kıtasının tamamında açılması planlandan fazla sayıda onlarca termik santrali açılması planlıyor. Su krizi için herhangi bir önlem alınıyor mu? Örneğin su varlıkları yeterince korunuyor mu? Yine hayır. Türkiye son kırk yıl içinde sulak alanlarının yarısını kaybetti. Kalanlar da baraj ve HES inşaatlarıyla talan edilmekte. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, söz HES’leri savunmaya geldiğinde iklim değişikliğini hatırlayıp şunları söylüyor: “Bugüne kadar işletmeye aldığımız hidroelektrik santraller sayesinde yılda 40 milyon ton karbon salınımını önledik”.
Türkiye’nin su politikalarının temeli 1980’lerde Dünya Bankası ve IMF ile yapılan anlaşmalara dayanıyor. Türkiye bu anlaşmalara imza atarak kamusal yönetimi adem-î merkezileştirme ve daraltma; suyu ve su hizmetlerini ticarileştirme; ekonomik çıkar gruplarının su yönetimine doğrudan katılımını sağlama ve suyu küresel piyasa kurallarına göre yönetme gibi şartları da kabul etmiş oldu. Bu neoliberal politikalar ilmek ilmek örülürken, ülkedeki su krizi daha da büyüdü. Zira bu politikaların hepsi özünde su varlıklarının korunmasını değil, kullanılmasının önünü açtığı için su hızla kirlenip tükeniyor. Suyun temizleme maliyeti arttığı için fiyatı da yükseliyor. Dolayısıyla su bir yaşam hakkı olmaktan uzaklaşıyor.
Son dönemlerde suyla doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olan yeni kanun ve yasa tasarılarına bakalım. Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) muafiyeti2, su varlıklarının 49 yıllığına kiranlamasını mümkün kılan düzenlemeler, Elektrik Piyasası Kanunu, Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanun tasarısı ve Su Kanunu tasarısı gibi hukuksal metinlerle suyu korumak değil, son damlasına kadar kullanmak yasal olarak zorunlu hale geldi. Nitekim AKP’nin 2023 hedefleri de ülkenin tüm su varlığının “yüzde yüz kullanılması”na yönelik. İşte dört bir yanda 2000’den fazla tamamlanmış, inşası süren ya da planlama aşamasında olan baraj, HES ve kuruyan nehirler. Su Kanunu tasarısında sadece ekonomik bir kaynak olarak tanımlanan suyun, sosyal ve kültürel boyutundan ve su hakkından bahsedilmiyor. İşte ne sokaktaki çeşmeden akan, ne de evdeki musluktan içilebilen, sadece PET şişe ve damacanalarda alınıp satılan su.
Neoliberal su politikaları dünyayı sarıyor
Bu durum Türkiye’ye has değil. Aslında bütün dünyada suyu yoğun olarak kullanan ve kirletenler sayısı onu bile bulmayan çok uluslu şirketlerin öncülük ettiği sermaye grupları. Özellikle 1990’larda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi erken endüstrileşmiş ülkelerdeki bu şirketler kendi vatandaşlarına verdiği su hizmetlerden büyük kârlar elde etti. Bu kâr onları küre ölçeğinde çalışmaya yönlendirdi3. Çünkü su, üretiminin (çıkarılması ve işlenmesi) görece az masraflı olması ve hayati öneme sahip olması gibi nedenlerle dünyanın en kârlı birkaç sektöründen biriydi. Hatta iklim değişikliği ve su krizi, suyu daha da kârlı bir sektör haline getiriyordu. Aynı yıllarda şirketlerin, özelleştirme yanlısı hükümet temsilcilerinin, devlet bürokratlarının ve yerel yöneticilerin oluşturduğu bir Dünya Su Konseyi kuruldu (1996). Konsey’e göre su krizinin ana nedenleri “yüksek nüfus artışı”4, “suyun gerçek maliyetinin çok altında fiyatlandırılması ve buna bağlı olarak artan su israfı5” ve “kamunun suyu yönetmedeki beceriksizliği”ydi (http://www.wwc.org). Dolayısıyla Konsey çözüm olarak suyun fiyatının artırılmasını ve su hizmetlerinin özel sektörce yönetilmesini savunuyordu. 1997’den bu yana üç senede düzenlenen Dünya Su Forumu ile birlikte suyun ticarileştirilmesi ve özelleştirilmesi hızla dünya çapında uygulanan bir politika oldu.
Su adaletsizliğinden su hakkına doğru
Ancak neoliberal su politikaların uygulamaları tüm dünyada ekolojik yıkım ve ihtilaflara neden olarak su krizini daha da büyüttü. Bu da Bolivya’daki Cochabamba Su Savaşları6, Hindistan’da Narmada Hareketi7, Güney Afrika Cumhuriyeti’nde ön ödemeli su sayaçlarına karşı başlayan sosyal hareket8 ve İspanya’daki Yeni Su Kültürü Hareketi gibi muhalif seslerin yükselmesi sonucunu doğurdu. Şirketler ve devletlerin değil, halkın sesi “su adaleti” diye haykırıyordu. Her insanın yeterli miktarda temiz suya erişimi yaşam hakkının vazgeçilmez unsuruydu. İşte su hakkı, bu muhalefetten doğdu. Uruguay9, Bolivya ve Güney Afrika gibi bazı ülkeler su hakkını kabul etti. Su hakkı 2010’da Birleşmiş Milletler’de kabul edilerek, 2012 Rio+20 Zirvesi Deklarasyonu’nda da yer aldı (http://rio20.net ).
Ekolojik adalet ve gelecek için su hakkı
Su ve iklim krizlerinden beslenerek var olan kapitalizmin ürettiği politikalarla su tasarrufu değil, daha fazla su tüketimi gerçekleştirilmek isteniyor. Bu da suyun daha hızlı kirlenmesi, kirlenen suyun temizlenmesinin daha maliyetli bir hal alması ve dolayısıyla suyun fiyatının artması sonuçlarını doğuruyor. Su pahalandıkça, ona erişimdeki adaletsizlik de büyüyor. Aynı su adaletsizliği, Türkiye’de su krizini çözmek şöye dursun yeniden yaratan kanunlar ve yasa tasarılarıyla sağlamlaşıyor ve büyüyor. Tüm yerellik vurgusuna rağmen, merkeziyetçiliği sağlamlaştıran; tam maliyet prensibi gereği olarak su hizmetlerinin her masrafını vatandaşa yükleyen; koruma-kullanma dengesizliğini kutsayan; kamu yararını, kısa vadeli ekonomik getirilerden ibaret sayan; ekolojik maliyeti görmezden gelen; ekolojik adaletsizliği kalkınmanın bedeli olarak kabul eden; ekolojik borcu gelecek kuşaklara ve diğer canlılara öteleyen bu kanunlar, politikalar ve uygulamalarla mücadele etmenin yolu su hakkını savunmaktan geçiyor. Herkesin ve her canlının ortak paydası olan su hakkı, muhtaç olduğumuz birleşmeyi ve politik güçlenmeyi sağlayacak en güçlü ve belki de tek araç.
Notlar:
1 Hamza Altınsoy (2009). İklim değişikliğinin tarım üzerine etkisi. http://www.climatechange.boun.edu.tr/hamza.html
2 Ilısu Barajı ve Muğla Yatağan Termik Santrali gibi yüzlercesi, toplum ve doğa üzerinde muazzam olumsuz etkilerine rağmen ÇED’den muaf tutuluyor.
3 Warner, J. (2008). Contested hydrohegemony: Hydraulic control and security in Turkey. Water Alternatives 1(2), 271-288.
4 Dünya Kaynakları Enstitüsü’ne göre 20 yy.’da küresel su tüketimi altı kat büyürken, dünya nüfusu sadece üç kat artmış (www.wri.org). Dolayısıyla nüfus artışı kadar, yüksek su ve enerji kullanımına dayalı yaşam biçimlerinin hakim hale gelmesi de artan su miktarını açıklamakta anılmalı.
5 Suyun maliyetinin altında ucuz satılmasının su ısrafına neden olduğu görüşüne ithafen Dikili Bekediyesi’nin uygulamasına bakılmalı. Dikili’de şebeke suyu hane başına aylık 13 m3’e kadar bedava veriliyor. Ancak bu kota aşılırsa, hanenin harcağı toplam su normal tarifeden hesaplanıyor. Bu uygulamadan önce yaz aylarında ciddi su sıkınıtısı çeken belediye, artık önemli ölçüde su tasarruf sağlarken bunu yoksul vatandaşı cezalandırarak değil ödüllendirerek yapıyor.
6 Water Privatization Case Study: Cochabamba, Bolivia. Public Citizen. http://www.citizen.org/documents/Bolivia_(PDF).PDF
7 Vandana Shiva (2002). Su Savaşları: Özelleştirme, Kirlenme ve Kar (Water Wars – Privatization, Pollution, and Profit). Çeviren: Ali Kerem Saysel, İstanbul: BGST Yayınları.
8 G.J. Pienar ve E. Van der Schyff (2007). “The Reform of Water Rights in South Africa”. Law, Environment and Development Journal 3(2): 179-194. http://www.lead-journal.org/content/07179.pdf
9 David Hall, Emanuele Lobina, Violeta Corral, Olivier Hoedeman, Philip Terhorst, Martin Pigeon ve Satoko Kishimoto (Mart, 2009). “Public-public Partnerships (PUPs) in Water”. Transnational Institute. http://www.waterjustice.org/uploads/attachments/WWF5-PUPs-%20FINAL-for%20web-Zlatan.pdf