Özdeş Özbay
27 Mayıs 2013 günü Belediyenin iş makinelerinin yıkım yapmak ve Taksim Yayalaştırma Projesi’ni uygulamak amacı ile Gezi Parkı’na girmesiyle birlikte bir grup aktivist makinelerin önüne geçmişlerdi. Hemen her gün polis ve zabıta şiddeti ile karşılaşılması giderek eylemcilerin sayısını artırmış ve 31 Mayıs gecesi ülke tarihinin gördüğü en büyük kitle ayaklanmasına dönüşmüştü. 2 hafta süren Gezi direnişi polisin saldırısının ardından park forumlarına çekildi. Başlangıçta yüzlerce kişinin katıldığı forumlar birkaç ay içerisinde sönümlenerek geride olumlu ve olumsuz büyük bir deneyim bıraktı.
“Küresel İntifada”nın parçası
Gezi direnişi 2011’den beri Tahrir’den, Del Sol’a (Madrid meydanı), Syntagma’dan (Atina meydanı), Occupy hareketine kadar yüzlerce örneğini gördüğümüz kitle ayaklanmalarından birisiydi. Farklı koşullar, farklı nedenler ama benzer talepler vardı: Özgürlük!
Dünyanın dört bir yanında kapitalizmin insan hayatını değersizleştirmesine, yaşam alanlarını talan etmesine, bireycilik vurgusuna, örgütlenme karşıtlığı ile kollektif politik eylemlerin önünü tıkamasına karşı yüz binler meydanlara gelip haftalarca orada kalmış ve forumlar kurarak minik doğrudan demokrasi adacıkları oluşturmuşlardı. Gezi, bu direnişlerin bir parçasıydı.
Kendiliğinden patlama
Her kitle mücadelesi kendi özgün gerilim hatları üzerinden yükselir. Gezi direnişi de Türkiye’de biriken bir dizi toplumsal gerilimin kendiliğinden patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Referandumla birlikte gerileyen askerî vesayet hükümetin gerçek otoriter yüzünün bütün çıplaklığı ile görülür olmasını sağlamıştı. Hükümet pervasızca kentsel dönüşüm adı altında her alanı sermayeye açarak yaşam alanlarımıza saldırıyordu. Bir yandan da bir dizi otoriter uygulamayı hayata geçiriyordu; “interneti güvenli kullanma yönetmeliği” olarak adlandırılan internet filtre sistemi yasası, kürtaj yasağı yasası, eğitimde 4+4+4 yasası, HES projeleri, alkol satışı düzenlemesi, kızlı-erkekli tartışmaları bunların en önemlileriydi. Bütün bunlar uzun zamandır on binlerce kişiyi sokağa döken eylemlere neden oluyordu ve kürtaj yasağı ile internet düzenlemesinde olduğu gibi birçok yasa geri çekilmek zorunda kalıyordu.
En son 1 Mayıs’ta Taksim yasağı ile başlayıp 1 ay boyunca süren İstiklal Caddesi’nde gösteri ve yürüyüş yasağı polis şiddetine ve baskılara olan öfkeyi patlama noktasına getirdi. 30 Mayıs’ta zabıtaların Gezi Parkı’nı savunmaya çalışan aktivistlere saldırması ve çadırlarını yakması yüz binleri sokağa döktü.
Yeni bir kuşak sahneye çıktı
Son birkaç yıldır biriken gerilimin Gezi’de patlamasıyla birlikte, Türkiye’de yeni bir kuşak politize oldu. 90’lar kuşağı denilen on binlerce genç hayatlarının ilk politik mücadelesine atıldılar. Yepyeni bir kuşağın mücadeleye girmesi soldaki ezberleri darma dağın etti. Yeni, coşkulu sloganlar, pankartlar, duvarlara çizilen resimler, stenciller, bilindik devrim türkülerini aşan Gezi müzikleri ilk başkaldırıları kazanımla sonuçlanan yeni kuşağın coşkusunu yansıtıyordu. Ancak Gezi direnişi sırasında patlayan yaratıcılık, Gezi’den kovulduktan sonra örgütlenme konusunda da benzer bir yaratıcılığa evrilemedi. Zamanla da her hafta yapılmaya başlanan gösterilere bildik direniş biçimleri hâkim olmaya başladı. Forumlarda da politik bir birlik kurulamadığı gibi, örgütlenme konusunda yaşanan sorunlar, hareketin radikalleşmesinden ziyade giderek geri çekilmesine yol açtı.
Ulusalcılık harekete zarar veriyor
Unutulmamalı ki kendiliğinden başlayan her toplumsal hareket kendi içerisinde çelişkiler barındırır. Gezi direnişi de kendi çelişkilerine sahipti. Ulusalcı ve ırkçı gruplar bir yanda sekter sol öbür yanda, Gezi’nin ana gövdesini oluşturan örgütsüz bireyler ise başka bir yanda bulunuyordu. Her ne kadar polis şiddeti bu grupları yan yana duruyormuş gibi gösterse de aslında bu sürdürülemez bir birliktelikti. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıran ulusalcılar ile “kimsenin askeri olmıycaz” diye bağıranlar, Hrant Dink sokağı tabelasını Gezi’ye asan ırkçılık karşıtlarıyla o tabelanın önünde İstiklal Marşı okuyup sonra da tabelayı söken ırkçılar, Kürt özgürlük hareketi ve onunla dayanışanlar ile her gün BDP çadırına saldıranlar, Ergenekona ve darbelere karşı olanlarla Ergenekoncu katillerden kahramanlar diye söz eden ve Silivri’ye çağrı yapanlar, Kabataş olayında başörtülü kadınların yalancılığını anlatanlarla “başörtüye özgürlük, kadınlar sokağa” diyenler, cinsiyetçi küfürler savuran lumpenler ile cinsiyetçi sloganları duvarlardan silenler sürekli bir birliktelik oluşturamazlardı zaten.
Sorun şu ki bu grupların hemen hepsine hâkim olan düşünce yine de birlikte kalınması gerektiğiydi. Oysa ulusalcı gruplar hareket içerisindeki en örgütlü gruplar olduğundan hareketi çalmak için her türlü yola başvurdular. Gazdanadam diye milliyetçi-şoven bir festival düzenlediler. Her yer Türk bayrakları, Atatürk posterleri ile doluydu. Onlar hareketi sağa çekmeye ve devlete ve kapitalizme karşı değil salt AKP’ye karşı olma temelinde bir politika izlediler. Bu gruplar sonuçta Gezi hareketiyle hiçbir ilişkisi olmayan CHP adayı Mustafa Sarıgül’e destek verdiler. Bu gruplarla yaşanan her türlü sıkıntıya rağmen ayrışmamak gerektiğine dair olan hâkim görüş nedeniyle Gezi bir takım ilkeler ve somut talepler belirleyip kendisini örgütlemeye geçemedi. Cinsiyetçiliğe, milliyetçiliğe, ırkçılığa, heteroseksizme, kentsel dönüşüme karşı bir dizi talep ve ilke etrafından bir araya gelinebilse geçtiğimiz seçimlerde yaşanan iki kutuplu sıkışma yaşanmaz ve oy çağrısı yapabileceğimiz yep yeni kitlesel bir sol parti olurdu. Oysa bu ilkeleri ve talepleri belirlemek kaçınılmaz olarak bazı gruplarla ayrışmayı getireceğinden Gezi’ye katılan gruplar buna yanaşmadılar. Sonucunda Gezi gibi ülke tarihinin gördüğü en büyük kitle ayaklanması seçimlerdeki iki kutuplu politikaya hiçbir etkide bulunamadı.
Aslolan kitle eylemleridir
Bu duruma gelinmesinin arkasındaki diğer nedenleri de anlatmakta fayda var. Kitle mücadelesinden çok barikatları ve çatışmayı yücelten bir anlayışın Gezi direnişçilerinin bir kısmına hâkim olması bunların başında geliyor. Hareketin gücünü kitleselliğinden değil barikatın kalınlığından aldığı yanılgısı üzerine kurulan çatışmaların Gezi ateşini harlamaya devam edeceği düşüncesi kitle hareketini yordu. Ayrıca barikatlar ve çatışmalar öne çıkarıldıkça Gezi direnişinin başlangıcındaki kadın katılımı da büyük ölçüde azaldı. Oysa Gezi barikatlardan, çatışmadan dolayı değil uzunca bir süredir biriken sosyal gerilimin patlamasının bir sonucuydu ve tekrar edilemezdi.
Her haftasonu Taksim’e yapılan eylem çağrıları, forumlarda sonu gelmeyen ve hiçbir somut politik talep etrafında birleşmeyen tartışmalar, Gezi’de polis şiddetine karşı korku duvarını aşarak cesaretle direnenlerin yerini bayraklı, örgütlü grupların organize bir şekilde polisle girdiği çatışmaların alması kitlelerin zamanla evlerine dönmesine neden oldu. Hiçbir hareketin meydanda uzun süre kalamayacağını occupy ve öfkeliler gibi hareketlerden biliyoruz, hiçbir hareketin sürekli olarak gösterilere devam edemeyeceğini yine 1968 hareketinden, 1999 Seattle’dan biliyoruz. Gezi de Taksim çağrıları ile forumlar ile sürdürülemezdi. Bu hareket ancak kendisini örgütleyerek ve sokaktan işyerlerine doğru niteliksel bir sıçrama yaşayarak varlığını sürdürebilirdi. Barikat ve çatışmanın politikanın önüne geçmesi bu fırsatı elimizden aldı.
Kazanmak için...
Gezi direnişinin sönmesine neden olan bir diğer önemli etken ise “sabah iş akşam direniş” mottosunun çalışanlar arasında kabul görmesiydi. Gezi parkının işgal edildiği 2 haftalık sürede hâkim olan bir anlayıştı bu, ama eğer bunun yerine Gezi’ye katılan örgütsüz kitleler DİSK ve KESK’i de kapsayan bir genel grev gerçekleştirebilseydi AKP’den birçok hak koparmak ve onu köşeye sıkıştırmak mümkün olabilirdi. Koç grubu gibi bir dizi büyük sermaye grubunun Gezi direnişine verdiği desteğin arkasında bu anlayış vardı. Kapitalistler üretim ve dolayısıyla sermaye birikim süreci durdurulmadığı müddetçe bir kitle ayaklanmasına dahi destek verebileceklerini göstermiş oldular. Gezi direnişi sermaye gruplarının manupilasyonlarından ancak böyle bir genel grev hareketiyle sıyrılabilirdi.