Berk Efe Altınal
Çin’de sosyalizm değil, kapitalist bir diktatörlük var
Tiananmen Meydanı'nda yaşanan Çin tarihindeki en büyük ayaklanmadan 20 yıl sonra, Şincan bölgesindeki bir fabrikada Hun kökenli Çinlilerle Uygur kökenliler arasında yaşanan ve iki Uygur işçinin ölümüyle sonuçlanan bir kavga ile başlayan hareketlenme, baskıcı rejimi hedef alan bir ayaklanmaya dönüştü.
Şincan bölgesi Çin yönetimi tarafından, sermaye birikimini arttırmak üzere bir hammadde ve ucuz işgücü kaynağı olarak görülüyor. Bölge, Doğu Türkistan ismiyle kısa bir bağımsızlık deneyimi yaşadıktan sonra 1949 yılında Çin'e katıldı ve özerk bölge halini aldı. O yıllardan beri bölgede sık sık ayaklanmalar yaşanıyor.
Bölgenin yerlileri Türk kökenli Müslümanlar. Din ve ibadet, devlet tarafından baskı altında tutuluyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar bölgede camilere izin verilmiyordu, Arap alfabesinin eğitimde ve yaşamda kullanımı yasaktı, üniversitelerde bu alfabe hâlâ yasak.
Devlet kapitalizmi ile yönetilen Çin, tüm diğer kapitalist ülkelerin yapacağı gibi, devlete karşı oluşabilecek muhalefeti engellemek için ırkçılığı ve milliyetçiliği körüklemek üzere adımlar attı, Hun ve Uygur işçilerini birbirlerine karşı savaşır duruma getirmeye zorladı ve böylece kendi iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştı.
Çin'de bu sene 60.000'e yakın grev, yürüyüş, yol kapatma ve iş bırakma eylemi yaşandı. Geçen sene bu sayı 180.000'in üzerindeydi. Küresel krizle beraber ekonomik durumdaki bozulmalar işçi hareketinin de yükselmesine yol açıyor. Hükümet hem bu ayaklanmaları hem de bu ayaklanmaların ardındaki ruh halini anlamakta ve bastırmakta her seferinde daha fazla zorlanıyor. Ancak ulusların bağımsızlık hareketine, işçi ve köylülerin haklı taleplerine karşı uyguladığı baskılar sadece daha fazla protesto ve daha fazla ayaklanma olarak geri dönüyor.
Geçen sene Tibet'te Çin baskısına karşı bağımsızlık talebiyle yükselen hareket ordu tarafından sert bir şekilde bastırılmıştı. Çin ordusu 15 ay boyunca Tibet'i yönetti ve ayrılıkçı aktivistler ordu tarafından yakalandı. Şincan'da da benzer bir strateji izlenecek. Çin Komünist Partisi'nin yaptığı açıklama "Kötü niyetle suç işleyenlerin idamla cezalandırılacağı" şeklindeydi. Bu durum Çin'deki hareketlenmeyi bir süre azaltabilir, ancak rahatsızlık sürüyor ve uzun vadede olayların önüne geçmeleri imkânsız görünüyor.
Devlet kapitalizmi
Şincan'daki baskının altında yatan, Çin'in yönetim biçimi olan devlet kapitalizmi. Devlet kapitalizminde sınıflı toplum ve sömürü devam etmektedir, ancak bu yönetimde sıradan bir kapitalizmden farklı olarak rekabet içerisinde olan şirketler yok, bunun yerine üretimi devlet kontrol ediyor. Bu yönetim biçimi ilk olarak Stalin tarafından Sovyetler Birliği'nde uygulanmıştı.
Çin yönetimini 1949 yılında ele geçiren Mao Zedong liderliğindeki Komünist Parti dünya ekonomileri ile rekabet edebilecek bağımsız bir ulusal ekonomi kurmayı planlıyordu. Ülke liderleri sosyalizmin kavramlarını kullanıyor ve ülkenin işçileri ve köylülerinin yararına politikalar izliyordu.
Hammaddelerin ve imkânların yetersizliğini "gönüllülük" ile aşabileceklerine inanıyorlardı. Bu, insanların fedakârlık yapması ve gücünün yetebileceğinden çok daha fazla çalışması demek oluyordu. Mao, kitaplarında insanların yüzlerce yıl emek verdiklerinde devasa dağların yerlerini değiştirebileceklerini anlatıyordu. Fikir olarak kulağa hoş geliyordu elbette, ama bunun altında yatan fikir yoksulluğu aşmak yerine onu paylaşmaktı. Tüm fikriyat bu tarz romantik düşüncelere dayanıyordu; bir grup bilinçli devrimcinin köylüleri örgütlemesi, bireysel fedakârlıklar ve çok güçlü bir irade ile kazanılacak gerilla savaşları ve bu şekilde kurulacak bağımsız ve dünyayla rekabet edebilecek bir ekonomi…
Ancak gerçek hayat bu romantik hayallerin gerçekleşmesine izin vermedi. Bu "fedakârlıklar" sonucu büyük miktarda insan açlıktan öldü. Ekonomi Mao'nun istediği düzene girmedi. Köylüler ve işçiler "kapitalizmin şeytani etkilerinden" uzak tutulmak için tüm dünyadan izole edildi.
Mao'nun ölümünün ardından yöneticiler ülkenin ekonomik problemlerine çare bulmak için dünya pazarına açılma kararı aldı. Bu esnada ortaya çıkan rahatsızlıklar zaman zaman ayaklanmalara neden oluyor, bu ayaklanmalar şiddet kullanılarak bastırılıyordu. Pek çok işçi, köylü ve öğrenci şiddete maruz kaldı ve hatta öldürüldü.
1980'lerde Çin'in başına geçen Hu Yaobong ortaya çıkan öğrenci hareketlerinin taleplerine sempati duyuyordu ve bazı reformları hayata geçirmeyi denedi, ancak devlet bürokrasisi buna izin vermeyerek onu görevden aldı. Görevden alınmasından kısa süre sonra şüpheli biçimde öldü. Ölümü ülkede devasa bir demokrasi hareketinin başlamasına sebep oldu. 1989 yılında Hu'nun cenaze törenine 150 bin kişi katıldı. Kalabalık kızıl bayraklar taşıyordu, hep bir ağızdan komünistlerin marşını, Enternasyonal'i söylüyorlardı.
Hareketin talebi demokrasiydi. Öğrenci liderleri askerlerin yürüyüşe müdahalesini engellemek için açlık grevine başladı. Ertesi gün sokakta 1 milyon kişi, ondan sonraki günse 2 milyon kişi demokrasi talep ediyordu. Ülkenin tüm işyerlerinde ve fabrikalarında çalışmalar durmuştu. Hükümet, görüşmeler sonuçsuz kalınca askerleri devreye soktu. 300 bin asker Pekin'e girecekti. Halk yüzlerce otobüsü barikat olarak kullandı, milyonlarca insan askeri müdahaleye karşı direndi. Hiç kimse askerlerin gerçekten de kendi halkına ateş edeceğine inanmıyordu. Ancak bu beklenti boşa çıktı. Ordu iki gün sonra şehre girdiğinde karşısındakileri düşman olarak görüyordu, halka tanklarla saldırdı. Bu saldırıda 2.300 kişi öldürüldü, on binlerce kişi tutuklandı ve pek çoğu idam edildi. Tüm hastaneler yaralılarla dolmuştu.
Milliyetçilik
Çin hükümeti ve diğer kapitalistler Şincan'da yaşanan ayaklanmanın gerçek sebeplerini gölgelemek için bunu etnik bir mesele olarak gösterme eğiliminde. Türkiye'de de orada yaşanan olaylara karşı sokakta yansımalarını görebileceğimiz bir tepki mevcut.
Türkiye'de de Çin'dekine benzer bir baskı uygulanıyor. Tıpkı Doğu Türkistan Uygurlarının kendi dillerini ve alfabelerini kullanmalarının engellendiği gibi, Türkiye'de Kürtlerin kendi dillerini kullanmalarının önünde ciddi engeller var. Daha birkaç yıl öncesine kadar bu dil yasaktı, hatta Kürt isminde bir ulusun olduğu dahi inkâr ediliyordu, milliyetçi çevrelerce inkâr edilmeye devam ediliyor. Tıpkı Çin'deki ayaklanmanın kanla bastırılması gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki 29 Kürt ayaklanması da kanla bastırıldı.
Şimdi bu çevreler Doğu Türkistan'da yaşanan ırkçı ve milliyetçi ayrımcılığa ve katliamlara tepki veriyor gibi gözüküyor, ancak tek yapmaya çalıştıkları sokakta varolan duyarlılığı kendi milliyetçi çıkarları için kullanmak. Bunu yaparak da olayı sadece Hunlarla Uygurlar arasında yaşanan etnik bir kavga gibi göstermek isteyen Çin hükümetinin ekmeğine yağ sürüyorlar.
Çin'de yaşanan olaylara tepki göstermek bu milliyetçi ve ırkçı çevrelere düşmez. Bir yandan Kürt halkını katlederken, başta Ermeni halkı olmak üzere gayrimüslimlere yapılan zulümler üzerine kurulan bir sermayenin üzerinde otururken, Çin'e "Dur" demek en iyi ifade ile ikiyüzlülüktür.
Doğu Türkistan'da yaşanan olaylara karşı çıkmanın tek yolu, tüm dünyada kapitalizmin yaymakta olduğu bir hastalık olan milliyetçiliğe ve ırkçılığa karşı mücadele vermek, halkların kardeşliğinden yana tutum almaktır.
Doğu Türkistan'da Uygur halkı; İran'daki baskıcı rejime karşı, Türkiye'de askeri vesayete karşı, Honduras'ta darbeye karşı, tüm dünyada savaşa karşı sokağa çıkanlarla aynı talebi paylaşıyor ve o talep de özgürlük. Bizi hapseden, tutsak eden şeyse kapitalizm.
Toplumsal muhalefet katliamcı Çin’e karşı
DSİP:
“Biz sosyalistler, her türden ezilenin mücadelesini desteklediğimiz gibi Uygur halkının mücadelesini de destekliyor, Çin'in ırkçı katliamlarına karşı "Yaşasın halkların kardeşliği" diyoruz. Çin işçi sınıfının kurtuluşu da, Uygurların ve diğer ezilenlerin kurtuluşu da birbirinden bağımsız değildir.”
KESK:
“Çin'in egemenliği altındaki Doğu Türkistan'da yüzlerce insan öldürülmüş, sokaklar vahşet görüntülerine sahne olmuştur. Bir o kadar vahimi ise yaşanan katliama, insanlık dışı uygulamalara BM'nin sessiz kalmasıdır. Yine Türkiye de dahil, ülkeler kendi iç sorunlarının kaşınmaması karşılığında ya sessiz kalıyorlar ya da göstermelik kınamalarla yetiniyorlar.”
Özgürlükçü Solcular:
"Adı Komünist fakat kendisi yeryüzünün en vahşi kapitalist sistemini uygulayan Çin yönetimi, Uygur ve Tibet halkları ile beraber tüm halkını da baskı altında tutuyor. Kendi dillerini ve dinlerini yaşamaları baskı altında olan Uygur halkının acılarını en iyi hissedebilecek olan ülkemiz halklarıdır. Azınlık olmanın acılarını tüm adaletsizlikleriyle yaşamış Anadolu halkı, Uygur kardeşlerimizin yanında olmalıdır"
Mazlum-Der:
“Çin’in en büyük suç ortağı, bir köleden farksız koşullarda çalıştırılan ve ahlaksızca sömürülen Uygur veya Çinli ucuz işgücünün yarattığı ürünleri bitmeyen hırs ve çıkarcı sessizliğiyle tüketen kapitalist dünyanın ta kendisidir. “