Onur Öztürk
Yeni-liberalizm ve askeri diktatörlük
Türkiye'de 1960'lı yıllardan itibaren ithal ikameci bir sermaye birikim modeli geçerliydi. Ancak Dünya kapitalizminin 1970'lerin ortasında girdiği kriz ve aynı döneme denk gelen petrol bunalımı, Türkiye'de ve benzer ülkelerde geçerli olan içe kapalı sanayileşme politikalarının sonunu getirmişti. Dünyada krizin yaşandığı dönemlerde, GATT bünyesindeki 1973-1980 Tokyo Raunduyla birlikte uluslararası kapitalist sistemde yeni bir iş bölümüne gidilmesi yönünde eğilimler baş göstermişti. Yine 1970'li yılların sonuna doğru Milton Friedman'ın temsil ettiği neo-liberal politikalar da akademik alanda güç kazanmaya başlamıştı. İşte böyle bir ortamda Türkiye kapitalizminde de yeniden yapılanma süreci kaçınılmaz hale geliyordu.
Türkiye kapitalizminin yeniden yapılanması
Hem dünya sisteminde yaşanan resesyon hem de Türkiye kapitalizminin yapısal sorunları kendini 1977 yılından itibaren iyiden iyiye hissettirmeye başladı. 1979 yılından itibaren negatif büyüme başlamış ve GSMH oranındaki azalma 1980 yılında % 2 lere kadar düşmüştü. Ekonomideki bu küçülme oranı 1960'ların başından buyana pek de rastlanan bir durum değildi. Öte yandan dönemin politik ortamı da Türkiye'de egemen sınıflar açısından kaygı vericiydi. 1978-1979 yılları arasında görevde olan Ecevit hükümeti sermayenin güvenini kaybetmişti ve TÜSİAD yeni bir hükümete ihtiyaç duyuyordu. 1979 Kasımında kurulan Demirel azınlık hükümeti sermayenin programını uygulama konusunda daha istekliydi. O nedenle Başbakanlık müsteşarlığına, daha önce Dünya Bankası ve Sabancı Holding gibi kuruluşlarda çalışmış olan, dolayısıyla içerde ve dışarıda sermayenin güvenini kazanan Turgut Özal getirildi.
Özal'ın ilk işi Türkiye kapitalizminin ihtiyaç duyduğu dönüşüm programını hazırlamak oldu. 24 Ocak kararları olarak da anılan bu program kısa vadede büyük bir devalüasyon, temel tüketim mallarına zam gibi önlemler içerirken, uzun vadede ise faizlerin serbest bırakılması, özelleştirme, iş gücü piyasasında esneklik gibi ekonomiyi neo-liberal bir eksene sokma ve dolayısı ile sermayeye yeni kanallar açmayı öngörüyordu. Ancak dönemin koşullarında bu programı uygulamak oldukça zordu. İşçi hareketi çok güçlüydü ve "istikrar programı"nın açıklandığı tarihte, Tariş Direnişi gibi sermayeye kabus yaşatan bir direniş gerçekleşmişti. Bunun yanı sıra bütün eksikliklerine ve zaaflarına rağmen bir yanda da devrimci hareket bulunmaktaydı.
Yeni-liberalizmin önünü açan darbe
İşte 12 Eylül rejiminin sağladığı en önemli imkanlardan biri de bu programı uygulamak oldu. Askeri yönetim döneminde kurulan Bülent Ulusu hükümetinde ekonomiden sorumlu bakanlığa 24 Ocak Kararları'nın mimarı Turgut Özal getirilmişti. Sendikaların kapatılması yeni politikaların hayata geçirilmesi için önemli bir fırsat sağladı. Öncü işçilerin çoğu hapse atıldı ve işkenceden geçirildi. İşçilere toplam %70 zam yapıldı. Enflasyonun %100'ü aştığı bir dönemde bu orandaki zam reel anlamda önemli bir kayıp anlamına geliyordu. Aynı dönemde çıkartılan 2821-2822 sayılı kanunlarla sendikalaşma, örgütlenme ve grev gibi haklara büyük sınırlamalar getirildi. 12 Eylül rejimi iç talebi büyük ölçüde baskı altında tutarak ve kısarak, dış pazarlara satmak için (İhracat öncülüğünde büyüme modeli) geniş bir mal stokunun oluşmasını sağladı.
Şili’de darbe
Benzer bir süreç Şili'de de yaşandı. 1970'yılında yönetime gelen Sosyalist Allende iktidarı geniş yoksul kesimler lehine reformlar yapmaya başladı. Allende'nin reformist politikaları burjuvaziyi rahatsız etmeye başlamıştı. Bu nedenle "Özel Mülkiyeti Koruma Kurulu" teşkil edildi.
Ardından Nakliye şirketlerinin desteklediği kamyoncular boykotu başladı ve nihayet ABD'nin desteklediği ve ITT firmasının büyük rol oynadığı askeri darbe 11 Eylül 1973'te gerçekleşti.
Salvador Allende öldürülürken binlerce insan hapsedildi, işkenceden geçirildi ve 3000 insan hayatını kaybetti.
Cuntanın lideri Augusto Pinochet'in ilk işi ise neo-liberalizmin kalesi olan Chicago okulunun neo-liberal fikir babalarının danışmanlığında yıkım programlarını uygulamak oldu. Böylece Chicago ekolünün çocukları ilk stajlarını Şili'de yapmış oldular. Bunun en somut sonucu da "ŞİLİ MODELİ" olarak anılan ve sosyal güvenliği tamamen piyasaya bırakan politika oldu.