Bugün Türkiye’de iki büyük mücadele, iki büyük çatışma var. Birincisi, özgürlük mücadelesi. Her alanda daha fazla özgürlük isteği var. İkincisi, barış. 30 yıldır süren savaşın bitmesi isteniyor aynı zamanda Kürt halkının kimliğinin tanınması da. Özgürlük ve barış mücadeleleri içiçe geçmiştir. Biri kazanılmadan diğeri kazanılamaz. Özgürlükler olmadan, Kürt kimliğinin tanınması mümkün değil, dolayısıyla barışı kazanmak mümkün değil. Savaş sürerken de özgürlüklerin kazanılması mümkün değil. Öyleyse özgürlükler ve barış mücadeleleri yanyana, birlikte sürmek zorunda. Özgürlüklerin kazanılması barışın da kazanılmasıdır!
Bir süre önce devrimci sosyalistler "özgürlükler için mücadele" dediklerinde bazıları "ama emek hareketi" diyordu ve aslında bu itiraz ortada atlanan, ilgi gösterilmeyen büyük bir emek hareketi olduğu için değil, asıl olarak özgürlükler için mücadeleden kaçınmak için ileri sürülüyordu.
28 Şubat'tan başlayarak Türkiye'de bir dizi darbe girişimi yaşandı, bazı generaller darbe hazırlıkları yaptı, bunların önemlibir kısmı açığa çıktı. Çok sayıda general yargılanıyor.
İlk Ergenekon davaları başladığında devrimci sosyalistler derhal sokağa çıktı. 28 Şubat'ta "darbeye hayır" diyen devrimci sosyalistler, darbe girişimleri karşısında da "özgürlük" ve "darbelere dur de" sloganlarını yükselttiler.
Ne var ki 12 Eylül'ün sillesini yemiş solun bir kısmı Ergenekon çetesiyle, darbecilerle mücadeleye karşı tutum aldı. Bazıları çok açıktan tutum alırken, bazıları yarım ağız bir söylem içinde karşı çıktı ama hemen hepsi darbelere karşı harekete geçmedi, sokağa çıkmadı.
Bazı gruplar “darbe olmaz”, “darbe yok” derken daha geniş bir sol ittifak Ergenekon davalarını iktidar partisi “AKP'nin psikolojik savaşı” olarak tanımladı. Aslında bu tanım Ergenekoncuların tanımı ile tıpa tıp uyuşmaktaydı.
Ergekoncular aslında ortada "askeri vesayet" diye birşey olmadığını ama AKP'nin "sivil vesayet" kurmakta olduğunu anlatıyordu. Bazı sol gruplar bu savunma hattını "yesinler birbirlerini" biçiminde sloganlaştırdı. Hem Ergenekon'a, yani askeri vesayete hem de onun yerine geçme- ye çalıştığını söyledikleri AKP'ye, sivil vesayete karşı olduklarını söylüyorlardı.
Bu arada darbe soşturmaları devam etti. Arda arda sayısız subay, sayısız general tutuklandı ama "darbe yok, AKP'nin psikolojik hareketi var" çizgisi değişmedi.
Darbelere karşı sokağa çıkan sosyalistlere giderek artan bir düşmanlık geliştirildi. Her fırsatta sosyalistlere saldırıldı, zaman zaman bu saldırılar fiziki boyutlara ulaştı.
İşçi hareketi ise emekleme düzeyindeki seyrini sürdürdü. Arada Tekel işçilerinin kısa süreli keskin mücadeleleri dışında, üzerinde durulacak bir işçi hareketi gerçekleşmedi. Ama solun darbelere karşı sessiz kesimi özgürlükler mücadelesini saptırıcı olarak göstermeye ve olmayan emek hareketini işaret etmeye devam etti.
Arada referandum gerçekleşti. Solun bir kısmı BDP ile birlikte boykot tutumu aldı. 4 sol örgüt "hayır" tutumu aldı, EDP "Evet ama AKP'ye hayır" dedi, DSİP ise Kürdistan'da boykot derken referandum sürecinin en güçlü kampanyası olan "yetmez ama evet" tutumunu aldı.
Referandumda sorun özgürlükler idi. Bütün maddeler içinde 2 tanesi önemliydi. 1) Geçici 15. maddenin kalkması, 2) Askerlerin sivil mahkemelerde yargılanması.
Halkın daha çok emekçi olan kesimlerinden oluşan %58'i "evet" dedi ve bu maddeler geçti.
Darbelere karşı sessiz olan "hayırcı sol" 12 Eylülcülerin yargılanmayacağını, zaten zaman aşımı olduğunu ileri sürdü. Yanıldılar. Bugün 12 Eylülcüler yargılanıyor ve zaman aşımı olmadı.
Bu arada ise “hayırcı solun” pek ilgilenmediği darbe davalarında subaylar sivil mahkemelerde yargılanıyor.
Ancak bu arada seçimlerin ardından ani bir değişliklik oldu. "Hayırcı sol" birden bire özgürlükler kampanyasına başladı. İşçi hareketi, emekçiler bir anda arka plana gitti.
Şimdi özgürlük "hayırcı sol" için en önde gelen talep. "Özgürlük mücadeleleri"nin simgesi ise OdaTV davasının sanıkları Ahmet Şık ve Nedim Şener. Bu iki gazeteci nedeniyle "hayırcı sol" birden tutuklu gazetecileri, özgürlükler sorununu hatırladı. O kadar ki Hrant'ın katillerinin davası ile Odatv davalarını bir araya getirmeye bile çalıştılar.
Kısacası, ulusalcı sosyalistler ya da "hayırcı sol" dün özgürlükler için mücadelenin emek mücadelesini saptırdığını ifade ederken bugün "özgürlükler" için harekete geçti. Ama bu aslında dünkü tutumları ile birebir örtüşmekte.
Dün de özgürlükler mücadelesinin ana halkası askeri vesayetti bugün de. Ulusalcı sosyalistler dün de bugün de ana halkaya karşı mücadele etmemekte.
Onlar için darbeler, ele geçen planlar, Kafes, Balyoz davaları hala anlamsız. Bu nedenle ulusalcı sosyalistlerin "özgürlük" söylemi bütünüyle sahte.
Bir de elbette barış sorunu var. Özgürlükler kazanılmadan barış, barış kazanılmadan özgürlükler olmaz. Bu özgürlükçü sosyalistlerin bakış açısı.
Ulusalcı sosyalistler ise “silah bırakın” çağrısından öteye bir ses çıkarmadılar. Tabii bazıları Ahmet Türk'e saldıran faşistleri "emekçi" diye aklarken, bazıları da bomba patlayan yerlere gidip çiçek bırakıp üzüntülerini ifade etti.
Kim ne derse desin, özgürlükler ve barış için mücadele sürecek!