Hazırlayan: Cengiz Alğan
Soykırım (genocide) kavramının mucidi Rafaël Lemkin çalışmalarına 1915-17 Ermeni Soykırımı’nın ilham verdiğini söyler. Lemkin’e göre soykırım iki aşamadan oluşur: Ezilen gruba has özelliklerin ve niteliklerin ortadan kaldırılarak yok edilmesi; ardından ezen güçlünün ulusal niteliklerinin ezilen gruba zorla kabul ettirilmesi. Bu durum, yaşamasına müsaade edilen ezilen gruba uygulanır; ya da bu grubun yaşadığı bölge tamamen boşaltılarak, ezen gruba ait kişiler buralara yerleştirilerek kolonileştirme başlatılır.
Aşağıda Ermenilere reva görülenleri, “1915’te Ermenilere olan neydi?” sorusunun cevabını resmi tarihin bize anlattıklarından farklı bir yaklaşımla ele alıyoruz.
1. Ermeniler savaşta isyan mı etti?
İttihat ve Terakki (İTC) Hükümeti’nin I. Dünya Savaşı’na katılma kararı vermesinden sonra İstanbul’da toplanan Ermeni Milli Meclisi, savaşta Osmanlı’ya sadık kalacağını ve askeri ihtiyaçlar da dâhil devletin her türlü ihtiyacına koşacağını ilan etti.
Taşnaksutyun ise 12-14 Ağustos 1914 tarihleri arasında Erzurum’da düzenlenen 8. Kongresi’nde Osmanlı Ermenilerinin savaşta kendi devletinin yanında yer alacağını belirtti.
21 Ağustos 1914 tarihinde düzenlenen Hınçak Partisi’nin 3. Kongresi de herhangi bir isyan çağrısı yapmadı. Savaşın İTC’nin dağılmasına yol açarak ülkeyi sarsabileceğini, Ermenilerin durumunu kötüleştirebileceğini savunarak, savaştan duydukları rahatsızlığı bildirdi.
Dörtyol ve Zeytun civarında Şubat 1915’te gerçekleşen çatışmalara isyan deniliyor. Oysa bu çatışmalar asker kaçakları ile Osmanlı jandarması arasındaydı. Bölgedeki Ermeni köylüler ayaklanmak bir yana, bu kaçakların teslim olmaları konusunda arabuluculuk yapıyordu. Buna rağmen ilk sürgün bu bölgede gerçekleşti.
Van’da ise Ermeniler ayaklandı. Ama Van’daki ayaklanmalar soykırım kararının alınıp uygulamaya sokulmasından sonra başladı. Ayaklanma öncesi ve sırasında Van Valisi Cevdet Bey’in bölge halkına çektirdiği zulmün ayrıntıları hem Osmanlı belgelerinde, hem de resmi tarih anlatısı içindeki kitaplarda bulunabilir.
Dönemin Erzurum Valisi Tahsin Bey durumu “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül duruma soktuk” sözleriyle ifade eder.
2. Tehcir mi soykırım mı?
Osmanlı hükümeti sürgün yollarının güvenli olmadığı konusunda defalarca bilgilendirilmiş, kafilelere yapılan saldırılardan ve meydana gelen ölümlerden haberdar edilmiş ve hiçbir önlem almadan sürgünlere devam etmiştir.
Tehcir kararını uygulamak istemeyen vali, mutasarrıf ve kaymakamların önerileri dikkate alınmadı. Israr eden devlet görevlileri görevlerinden alındı, kızağa çekildi ya da Teşkilat-ı Mahsusa’nın cinayetlerine kurban gitti.
Güya bu sevk kararı imparatorluk için tehdit oluşturan Ermenilerin güvenliği tehdit etmeyecekleri bir bölgeye sürgün edilmeleri içindi. Oysa Ermeniler bir yabancı devletle asgari seviyede iletişimde bulunabilecekleri, Osmanlı’ya ‘hıyanet’ etme kapasitelerinin en az olduğu Kayseri, Eskişehir gibi bölgelerden dahi sürülmüşlerdir. Sürüldükleri Suriye’nin Der Zor bölgesi Fransızların uzun yıllardır kendilerine müdahale alanı yaratmaya çalıştıkları, savaşın ve emperyal oyunların tam göbeğinde bir bölgedir.
3. Ermenilere kötülük edenler cezalandırıldı mı?
Savaş sırasında Talat Paşa’nın bazı görevlileri Divan-ı Harb-i Örfi yoluyla yargıladığı ve bazılarını idam ettirdiği doğrudur ama yapılan soruşturmaların hiçbirinin nedeni işlenen cinayetler ya da katliamlar değildir. Soruşturmalarda hedef alınanlar yolsuzluk yapanlardır. Tehcir kararıyla birlikte Ermenilerin geride bıraktıkları malların devletin kontrolünde olduğu bildirilmiştir. Bütün mülkler komisyonlar aracılığıyla kayıt altına alınacak ve devlet tarafından idare edilecektir. Devlet memurlarının mallara el koymalarına yasak getirilmiştir. Buna rağmen, pek çok yerel idareci ve memur Ermenilerin mallarını zimmetlerine geçirdi. Bunlar yargılandı.
Yargılamalarda katliamlarla ilgili sorular gündeme getirilmedi. Yalnızca yağma ve zimmete geçirilen mallarla ilgili sorular soruldu. Bir soruşturma raporunda gördüğü cinayetleri anlatan bir şahidin komisyon başkanı tarafından azarlandığı, sadece yolsuzlukla ilgili sorulan soruya cevap verilmesinin istendiği ve ısrarla cinayetlerden bahsettiği için dışarı atıldığı kayıt edildi.
4. Devlet tehcire yollananlara yardım etti mi?
Sürülen Ermenilere maddi açıdan yardım etmek bir yana, tehcirin maliyeti bile Ermenilerin mallarından, yani ‘emval-i metruke bütçesi’nden karşılandı. Talat Paşa, iaşe ve iskândan sorumlu Şükrü Kaya’nın, Ermenilerin kitlesel olarak kendi sürgünlerini finanse etmeleri fikrini Ekim 1915’te onayladı. Ermeniler sürgün sırasında rüşvet vermekten ve gasp edilmekten dolayı mali açıdan tükendiler. Bu nedenle, İTC yönetimi, finansman politikasını değiştirdi ve tehciri emval-i metrukeden finanse etmeye başladı.
5. Mülklerin bedelleri sahiplerine ödendi mi?
Ermenilere ait malların satış bedellerinin sahiplerine iade edildiği iddiası temelsizdir. Devlet bu mülklerin bir kısmını, bedava denecek fiyatlarla satışa sundu. Önemli bir kısmı ise orduya giysi ve iaşe temin edilmesi, muhacirlerin iskân edilmesi gibi amaçlarla kullanıldı. İdarecilerden sıradan halka kadar geniş bir kesim mülkleri yağmalayıp gasp etti. Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nün bile Ermeni bir aileye ait olduğu, onbinlerce okul, kilise, vakıf binası ve özel mülkün bugün bile harap vaziyette ve terk edilmiş kaldığı düşünülürse el koymanın boyutları daha iyi anlaşılacaktır. Bu konuda Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın hazırladığı “2012 Beyannamesi, İstanbul Ermeni Vakıflarının El Konan Mülkleri” adlı kapsamlı çalışması bir örnek olarak incelenebilir.
6. Kaç kişi öldü?
Tehcir edilenlerin ve insani kaybın sayısını az gösterme eğilimi Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın Evrak-ı Metruke’sini yayımlamasıyla çöktü. Talat Paşa tehcir sırasında vilayetlere telgraflar çekerek, ne kadar Ermeni’nin sürüldüğüne, ne kadarının kaldığına ilişkin bilgileri istedi. Paşa’nın listesine göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı 924 bin 158’dir. Listede İstanbul, Van, Antalya, Eskişehir ve Urfa gibi bazı vilayetler de yoktur.
Resmi tarihin baz aldığı 500 bin rakamı, Suriye çöllerindeki kamplara ulaşabilenlerin sayısıdır. Talat Paşa’nın defteri temel alındığında bile 400 binden fazla Ermeni’nin sürgün bölgesine ulaşamadığı çok açıktır.
7. Tehcir savaş bölgeleriyle mi sınırlıydı?
Zeytun ve Dörtyol bölgelerindeki Ermeniler, asker kaçaklarıyla mücadele bahane edilerek iç bölgelere sürüldü. İlk etapta Dörtyol civarındaki Ermeniler Konya’ya tehcir edildi. 8 Nisan 1915 tarihiyle birlikte Zeytun ve Maraş’takiler de iç bölgelere sürülmeye başlandı. Bu sürgünlerin geçici savaş tedbirleri olmadığı, Nisan ayının ortasında Ermenilerden boşalan yerlere Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesinden anlaşılmaktaydı. Haziran 1915’te nüfusu Müslümanlaştırılan Zeytun’un adı da Süleymanlı olarak değiştirilmişti. Sürgünlerin aylar öncesinden başladığının bir diğer kanıtı da 31 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen Meclis-i Vükela kararıdır. Bu kararda tehcir uygulamasından bahsedilirken “nakl-ü iskanına mübaşeret ve devam edilmekde” deniyor; yani bu tarihten önce tehcir uygulamasına zaten başlanmıştı.
Tehcirin kanunlaştırılması, diğer ülkelerin Osmanlı yöneticilerinin kırımlardan sorumlu tutulacağına ilişkin notalar vermeye başlamalarından sonraydı. Tepkiler karşısında Talat Paşa süren uygulamaya yasal kılıf uydurma çabasına girdi ve sorumluluğu kendi üzerinden atarak hükümet meselesi haline getirdi.
8. Der Zor nasıl bir yerdi?
Der Zor’un yerleşime elverişsiz, çöl niteliğinde bir bölge olduğunu Osmanlı idarecileri biliyordu. Savaş öncesi Osmanlı çeşitli coğrafyalardan sürülen ya da göç eden Müslüman muhacirleri iskân etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Muhacirlerden bir kısmının Der Zor bölgesinde iskan edilip edilemeyeceği soruşturuluyordu. Der Zor mutasarrıfı Lütfi Bey bölgenin iskâna elverişli olmadığını belirten bir rapor hazırladı. Çöl niteliğindeki bölgeler yerleşime elverişsizdi. Müslüman muhacirlerin Ege ve Trakya bölgesindeki Rum köylerine yerleştirilmesini eleştiren mebus Emanüelidi Efendi, Üsküdar’dan Basra’ya kadar boş bir sürü arazi olduğunu belirtmiş ve muhacirlerin buraya yerleştirilmesini önermişti.
Talat Paşa bu öneriyle ilişkili olarak “Bu muhacirleri dedikleri gibi oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan ölecekti” diyerek iskân için ne derece uygunsuz olduğunu itiraf etmişti. Aynı Talat Paşa 10 ay sonra Ermenilerin Der Zor’a sürülmesine bizzat karar verdi.
9. 24 Nisan’da tutuklananlar elebaşları mıydı?
Bu iddiada sözü edilen 240 kişi, Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla tutuklandı. Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla Ermeni mebuslardan şairlere Ermeni toplumunun, deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Bu kişiler tutuklanmalarını takiben Ayaş ve Çankırı’ya sürüldü. Haklarında hiçbir yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. İlk etapta tutuklananlar arasında II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren İTC ile çeşitli ittifaklar yapan ve yasal parti statüsündeki Taşnaktsutyun ve Hınçak partilerinin üyeleri de vardı. Bazılarının hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Bu kitlesel tutuklamaların hedefi Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemekti.
10. Malta mahkemeleri İttihatçıları akladı mı?
Paris Barış Konferansı’nda, İngiltere’nin ısrarıyla savaş suçlularının yargılanmasına başlandı. Bazı İTC yöneticileri ve yerel idareciler, Osmanlı Devleti’nin savaşa sokulması, tehcir sırasında Ermenilerin kırıma uğratılması gibi suçlarla tutuklandı.
Bu süreçte, İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yargılamaları hakkaniyetle gerçekleştiremeyeceğini ve tutuklanan kişilerin serbest bırakılacağını düşünüyor ve bu kişilerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasını istiyordu. Bu teklif müttefik güçlerce kabul görmedi, özellikle Fransa bu teklife çok sert tepki gösterdi. Bu tartışmalar sırasında, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey idam edilip, Türk milliyetçisi bir grup idamı protesto edince, İngiltere bazı tutukluların Malta’ya sürülmesine karar verdi.
İngiltere 240 kişiyi savaşla ilişkili suçlardan müttefiklerin kuracağı bir mahkemede yargılamak istiyordu; bunlardan 70’i Malta’da tutukluydu, diğerleri ise aranıyordu. İngiliz Başsavcılığı, Ağustos 1920’de Malta’daki tutukluları tutuklanma gerekçelerini oluşturan suç iddialarına göre üç sınıfa ayırdı:
İngiliz savaş tutsaklarına kötü davrananlar,
Sürgün, yağma ve kırım suçu işleyenler,
Mütarekeyi ihlal yoluyla siyasi suç işleyenler.
Başsavcılık, bu kişilerden sadece birinci grupta olanların kendi yargılama alanına girdiğine, diğer tutukluların müttefiklerin ortak mahkemelerince yargılanmalarına karar verdi.
İngiltere, bir yandan Malta’daki tutukluların yargılanması için müttefik devletleri ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Anadolu’da bulunan 24 İngiliz savaş esirini kurtarmak için siyasi otoritelerle müzakere ediyordu. Ankara ile müzakereler Milli Mücadele’deki gelişmelere paralel olarak gelişti. Amaç takas yoluyla İngiliz savaş esirlerini kurtarmaktı.
Bu süreçte esirler meselesi İngiltere Hükümeti’ni iç siyasette sıkıştırmaya başlamıştı. İngiltere Hükümeti Türk-Yunan Savaşı’nın Kemalistler lehine ilerlemeye başlamasıyla bütün tutsakları İngiliz esirlerine karşılık serbest bırakmaya karar verdi. 30 Ekim 1921’de 24 İngiliz esirine karşılık, bütün Malta tutsakları serbest bırakıldı.
Malta sürecinin İTC’yi uluslararası hukuk nezdinde aklayan bir anlam taşımadığı ortadadır:
Malta uluslararası bir yargılama zemini değil, İngiltere hükümetinin -başta Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak olmak üzere- siyasi amaçlarla meydana getirdiği politik bir mekanizmadır.
Malta sürecinde başsavcılığın kırım, sürgün ve yağmadan suçlanarak tutuklananlara ilişkin tek kararı bu kişilerin İngiliz mahkemelerince değil uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiğidir. Malta’da bu kişilere ilişkin ne dava açılmış, ne de haklarında hüküm verilmiştir.
İkinci gruptaki kişiler hukuken kırım, yağma ve sürgün suçlarından beraat etmediler; bir esir takası antlaşması uyarınca serbest bırakıldılar.
SOYKIRIM SUÇUNUN ÖNLENMESİNE VE CEZALANDIRILMASINA DAİR SÖZLEŞME’ye göre soykırım suçunun tanımı:
Madde 2- Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.
a) Gruba mensup olanların öldürülmesi;
b) Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;
c) Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak yaşam şartlarını kasten değiştirmek;
d) Grup içinde doğumları engellemek amacıyla tedbirler almak;
e) Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek.
(Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bu sözleşmeyi 9 Aralık 1948’de kabul etmiş, Türkiye 23 Mart 1950’de onaylamıştır)