Atilla Dirim
Dünyanın ilk Turan derneği, 1910 yılında Macaristan’da kuruldu. Bu dernek Hun, Fin, Ogur, Oğuz vb. birçok kavmin aslında Turan adı verilen efsanevi bir ülkenin halkını oluşturduğunu, Turan’ın sınırlarının Çin’den Adriyatik’e kadar uzandığını savunuyordu. Bu düşünce kısa zamanda Avrupa’nın birçok şehrinde örgütlenmiş olan Türk milliyetçilerinin Türk Ocağı, Türk Yurdu gibi dernekleri vasıtasıyla yaygınlık kazanmaya ve Osmanlı topraklarına taşınmaya başladı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1913 yılında Bâb-ı Âli baskınından sonra imparatorluğu neredeyse 6 yıl boyunca tek başına yönettiği bir diktatörlük kurmasından sonra, Turancılık devletin resmi ideolojisi haline geldi.
Turan düşüncesinin arka planını, Almanya İmparatorluğu’nun yaklaşan emperyalist paylaşım savaşını görerek kendisine Rusya’yı arkadan kuşatacak bir müttefik arayışı içine girmesi oluşturuyordu. Almanya ile Osmanlı arasında 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasi ve ekonomik ilişkiler giderek güçlenmeye başlamış, İttihat ve Terakki döneminde ayyuka çıkmıştı. Osmanlı İmparatorluğu, Almanya’da “Enverland” (Enveristan) adıyla tanınmaya başlamıştı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, Turancılık projesi çerçevesinde “milli politikaları” hızla hayata geçirmeye başlamıştı. Turan’ı oluşturan geniş coğrafyada Türk/Müslüman/Sünni bir ulus devlet kurulması öngörülüyordu. İttihat ve Terakki’nin okullarında öğrencilere durup dinlenmeden Turan ülküsü aşılanıyor, ta Çin’e kadar uzanan topraklarda yaşayan kavimlerin arasında aslında bir fark olmadığı, bir başbuğun sancağı altında toplanmayı bekledikleri, bunun için her şeyin hazır olduğu anlatılıyordu.
İttihat ve Terakki’nin Ömer Seyfettin gibi propagandacılarının, Ziya Gökalp gibi teorisyenlerinin kaleminden yayılan bu düşüncelerin gerçekle bir ilgisi yoktu. Anadolu’da, Türkistan’da ve Orta Asya’da yaşayan insanların Turan hakkında herhangi bir fikirleri olmadığı gibi, Enver Paşa komutasında bir ordunun kendilerini kurtarmaya gelmesini de beklemiyorlardı. Turan düşüncesinin maddi temellerinin oluşturulması için, İttihat ve Terakki yöneticileri devasa bir toplum mühendisliği projesini uygulamaya giriştiler. Bu güne dek tam olarak araştırılamayan bu toplum mühendisliği projesi, Türk/Müslüman/Sünni ulus devletin kurulabilmesi için bu konsepte uymayan Hıristiyan halkların ortadan kaldırılmasını, Hıristiyanlardan boşalan yerlere Balkanlardan ve Kafkasya’dan getirilen Müslümanların yerleştirilmesi ve yine Hıristiyanların el konulan servetlerinin Müslümanlara aktarılarak milli burjuvazinin oluşturulması amacını güdüyordu.
Edirne’ye kadar olan Balkan topraklarının neredeyse tek bir çatışma yaşanmadan boşaltılması, bu konseptin bir parçasını öngörüyordu. Balkan ülkelerinden Anadolu’ya akın eden yüzbinlerce perişan ve sığınacak başka yeri kalmayan muhacir, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur” ve “Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan; Vatan büyük ve müebbed bir ülkedir: Turan” propagandalarının somut kanıtı olarak sunuluyordu.
Bu esnada Osmanlı İmparatorluğu’nun maddi durumu tam bir felaketti. 1914 yılında savaşa girildiğinde toplam dış borç 156,4 milyon altın Osmanlı lirasıydı. Savaşın başlamasından sonra oluşan yeni giderler, ancak Almanya ve Avusturya’dan yüksek borçlar alınmasıyla karşılanabildi. Bu aşırı dış borçlanma ve sürekli para basılması politikası, enflasyonun giderek yükselmesine neden oldu. Başta temel gıda maddeleri olmak üzere, hemen hemen bütün tüketim mallarının fiyatları büyük bir hızla arttı. Bu durum gelir dengesini altüst etti, yoksulluk ve sefalet sıradanlaşmaya başladı. 1915 yılında enflasyon %300 seviyelerine ulaştı; un, yağ, şeker, süt gibi besin maddeleri karneye bağlandı. Bunların birçoğu tezgah altına indi ve karaborsa günlük hayatın bir parçası oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, bu genel tablo çerçevesinde sosyal ve ekonomik politikalarını uygulamaya koymaya başladı. İTC’nin ekonomi politikaları Friedrich List’in düşüncelerine göre şekilleniyordu. Politik Ekonominin Ulusal Sistemi adlı eseriyle tanınan List, genç ulus-devletlerin ekonomik anlamda serbest piyasaya geçmeden önce güçlenmeleri gerektiğini, bunun için de koruyucu bir politika izlemeleri gerektiğini söylüyordu. Genç ulus devletin yeni doğmakta olan sanayisi yeterince güçlenmeden örneğin İngiltere gibi güçlü kapitalistlerin oyun sahasına girdiği takdirde hızla yok olabilirdi; bu yüzden milli burjuvazi ve milli sanayi önce himaye edilip güçlendirilmeli, ardından serbest piyasaya geçilmeliydi.
İTC’nin en önemli teorisyenlerinden Ziya Gökalp de aynı şekilde serbest piyasanın İngiltere’nin işine yarayacağını söylüyor, bu yüzden milli bir burjuvazi yaratılması için devletin bütün imkanlarının seferber edilmesi gerektiğini söylüyordu. Bu doğrultuda çalışmalar hızla başlatıldı. Türk/Müslüman/Sünni çevrelerin sermaye birikimini sağlaması için çeşitli uygulamalar hayata geçirildi. 1914 yılında, Osmanlı’nın savaşa girmesinden önce kapitülasyonlar kaldırıldı. Müslüman sanayicilere gümrük ve vergi muafiyeti sağlandı. Fabrika kurmak isteyenlere büyük teşvikler verildi. Fabrika arsaları bedava dağıtıldı. Yabancı ve “yerli yabancı” şirketlere bürokratik engeller çıkartıldı; Müslüman personel çalıştırma ve bu şirketlerde Türkçe’nin zorunlu olması uygulamaları getirildi. Hatta bu şirketlerin tabelalarının bile Türkçe yazılması zorunlu hale getirildi. Türk/Müslüman/Sünni sanayicilere kredi sağlamaları için yeni milli bankalar kuruldu. İthalat ve ihracatın Müslümanlara geçmesi için gereken yasal düzenlemeler yapıldı.
Bütün bu işlerin gerçekleştirilmesi için gereken taşınır ve taşınmaz mallar ise Anadolu Hıristiyanlarından sağlandı. Ege ve Pontus yörelerinde örgütlenen çeteler, Hıristiyan halkı türlü terör eylemleri ve katliamlarla, her şeylerini bırakarak kaçmaya zorladı. 1915 yılından itibaren de düşmanla işbirliği yaptıkları, iç düşman oldukları, dış mihrakların maşalığını yaptıkları, her an ihanet edebilecekleri gibi gerekçelerle yüzbinlerce Ermeni imparatorluğun insan yaşamına uygun olmayan bölgelerine tehcir edildi; ancak kafilelerin büyük kısmı yola çıktıktan az sonra devlet gözetimindeki çeteler tarafından katledildiler. Çıkartılan özel Emval-ı Metruke kanunuyla Ermenilerin servetlerine el konuldu. Bunların bir kısmı Türk/Müslüman/Sünni kimliğini kabul etmeleri karşılığında soykırıma katılan yerli eşraf ve ileri gelenlere dağıtıldı, bir kısmı alınan borçların karşılığı olarak Almanya’ya aktarıldı ve yine önemli bir kısmı “saksıda yetiştirilen” milli burjuvaziye aktarıldı. Aynı durum Anadolu ve Pontus Rumlarının da başına geldi. Yüzbinlerce Rum ihanet edebilecekleri gerekçesiyle ülkenin iç kısımlarına tehcir edildi, servetlerine el konuldu, büyük kısmı katledildi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin milli burjuvazi yaratma politikası bir ölçüye kadar başarılı oldu. Olağanüstü koşullarda kapitalizmin ruhuna aykırı olarak saksıda yetiştirilen burjuvazi, gereken altyapıya, tecrübeye ve donanıma sahip olmadığı için büyük ölçüde başarısızlığa uğradı. Hıristiyanların Anadolu’dan yok edilmesinden sonra, ülkede büyük bir yokluk, kıtlık, sosyal ve ekonomik çöküntü yaşandı. Savaşın kaybedilmesiyle birlikte Turan politikaları çöktüyse de, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin içinde başını Mustafa Kemal’in çektiği ve Enver Paşa’ya muhalif olan kanat, duruma kısa sürede hakim oldu. Saksıda burjuvazi yetiştirme politikası cumhuriyet devrinde de sürdürüldü. Ermeni ve Rum soykırımlarından elde edilen topraklar ve servet “milli burjuvaziye” aktarılmaya devam edildi; kimi hamallıktan holding sahibi olduğu masallarını anlatırken, kimi de üzerinde kiliselerin bulunduğu geniş toprakların nasıl olup da kendisine geçtiğini açıklayamadı.
Milli burjuvazi yetiştirme politikaları, bu güne dek Ermeni ve Rum soykırımlarının bir tabu olarak gelmesini sağladı. Hrant Dink’in katlinden sonra sokağa dökülen yüz binlerce insanın öfkesi bu tabunun perdesinin aralanmasını sağladı. Bu perdenin tümüyle açılması için gösterilecek her çaba, kapitalist Türkiye devletinin kanlı temellerinden bir tuğla daha çekilmesi anlamına geliyor .