Onur Devrim Üçbaş
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında on yıllık bir dönemi geride bıraktık. 2002 seçimlerinden sonra yaşanan “İslamcılar geliyor” paniğiyle başlayan, 2003’deki savaş karşıtı mücadeleyle devam eden, özellikle 2008’den sonra ortaya çıkan darbe girişimleriyle solda farklı tutumlara yol açan AKP iktidarı dönemi bugün Anayasa ve Kürt Sorunu gibi tartışmalarla devam ediyor. Bütün bu yıllarda AKP iktidarına karşı çıkanların muhalefet tarzları iki ayrı temelde gelişti. CHP’nin başını çektiği muhalefet AKP’ye karşı devletin değerlerini, AKP öncesinin politik atmosferini savundu. Başörtüsü yasağını, asimilasyonu, askeri vesayeti savunan bu hat odak noktasına “Cumhuriyet’i korumayı” koydu ve bunun mantıksal sonucu olarak AKP’ye değişim isteğiyle oy verenler ise düşmanlar ya da cahiller olarak kodlandı.
AKP’ye karşı yürütülen diğer muhalefet tarzı ise AKP’ye oy verenleri anlamaya çalışan, devletle halkın karşı karşıya geldiği durumlarda devletin değil halkın yanında olan, bir yandan AKP’nin attığı olumlu adımları desteklerken diğer yandan hem AKP’nin neo liberal gündemini hem de onun sınırlı ufkunu teşhir eden bir tarzdı. Kyoto Protokolü’nün imzalanması için yürütülen mücadeleyi, 1 Mart 2003’de tezkereyi durduran hareketi, Hrant’ın ardından yürüyen yüzbinleri, Ufuk Uras ve Baskın Oran seçim kampanyalarını, Yetmez ama Evet kampanyasında vurgulanan siyasi hattı, Kürt sorununda barış isteyenleri AKP’ye karşı yürütülen özgürlükçü muhalefete örnek olarak göstermek mümkün.
Bu iki muhalefet hattı arasındaki temel fark AKP’nin ve siyasal İslam’ın analizine dayanıyordu. Solun büyük bir bölümü AKP’yi “şeriatçı ve faşist” olarak niteleyip ona karşı bu niteliklerini esas alarak mücadele etme çağrısı yaparken, özgürlükçü sol AKP’yi neoliberal ve muhafazakâr bir parti olarak tanımlıyor ve AKP tabanını kazanmaya çalışıyor, çünkü siyasal İslam’ı tamamen farklı bir şekilde analiz ediyordu.
Siyasal İslam esas olarak küçük burjuvaziye dayanır. Bir yandan kitlelerin yoksulluğa ve baskıya karşı olan tepkisinden güç alırken diğer yandan bu tepkiyi toplumu sosyal olarak radikal bir değişime uğratmak için değil, işçiler ve patronlar arasında bir tür denge durumu yaratmak için kullanır. Üçüncü dünya milliyetçiliğinin bir kolu olduğu için bir yandan emperyalizme karşı mücadele vermeyi salık ederken diğer yandan ülkenin yerli burjuvazisinin yanında tutum alır. İslamcılık Ortadoğu’da sözde “sosyalist” cumhuriyetlerin halkı ezdiği bir ortamda solun Stalinizm’in etkisiyle devletin yanında tutum almasıyla kitleselleşti. Türkiye’de ise 1980 darbesinin ardından solun baskı altında olduğu koşullarda büyüdü.
Siyasal İslam üzerine “Peygamber ve İşçi Sınıfı” broşürünü yazan Chris Harman İslamcıların muhalefette olduğu bir dönemde devlete olan tepkisini İslam üzerinden ifade edenlerle birlikte mücadele etmek gerektiğini, ancak bir yandan örgütsel bağımsızlığı korurken diğer yandan İslamcı örgütlerin tabanını kazanmaya çalışmanın gerekliliğini vurgular. İslamcıların “muhalefette” olduğu bir dönemde ana sloganın “bazen İslamcılarla yan yana ama devletle asla” olması gerektiğini söyleyen Harman, İslamcıların rakip bir siyasi akım olarak görülmesi gerektiğini vurgular.
Adalet ve Kalkınma Partisi her ne kadar bu broşürün incelediği ilk dönem siyasal İslamcı hareketler içinde –Mısır’da Müslüman Kardeşler, Cezayir’de FİS, İran’da Humeyni, Filistin’de HAMAS, Türkiye’de Refah Partisi– yer almasa da kökleri bu geleneğe dayanıyor. AKP de tıpkı bu partiler gibi küçük burjuvaziye dayanırken işçi sınıfının oylarını almaya çalışıyor ve bunda büyük oranda başarılı oluyor. Türkiye’nin ekonomik durumunun ve aşağıdan gelen değişim istediğini karşılamak konusunda attığı sınırlı adımların dışında bu onun yarattığı hegemonya ile de ilgili.
AKP’nin bu kadar zaman iktidarda kalabilmesinin ve toplumsal bir hegemonya yaratabilmesinin en önemli nedeni toplumu kültürel olarak bölüp kendisine oy verenleri “halka karşı seçkinler” paradigmasına ikna edebilmesi oldu. Gezi Parkı direnişi sonrasında da çokça başvurulan bu anlatıya göre, halk on yıllardır kemalist elitlerin baskısı altındayken halkın içinden çıkan bir “Büyük Usta” bu “jakoben, seçkinci oligarşiyi” geriletmiş ve özgürlüklerin önünü açmıştı. AKP’nin başarı hikâyesinde kitlelerin kendi eylemine yer yoktur, kitleler “tepkilerini sandıkta gösteren” pasif bir güce indirgenmiştir, başarının mimarı ise bizzat Recep Tayyip Erdoğan’dır. Askeri vesayete karşı mücadeleden, barış sürecine AKP, tabanına hep aynı mesajı verir; “Siz bizi destekleyin, biz sizin yerinize, sizin istediklerinizi gerçekleştirelim.” AKP açısından bunu söylemek çok önemlidir çünkü sokağa çıkan, eylemlere katılan, kendi sesini bağımsız olarak yükseltebilen halkın AKP’nin çizdiği sınırların ötesine taşma ihtimali vardır.
Erdoğan’ın her mitingde, konuşmada, ulusa seslenişte vurguladığı bu anlatının temel noktalarından biri de “biz” ve “onlar” kavramlarının iktidarın yanındaki cepheyi güçlendirecek şekilde kurgulanmasıdır. “Biz” derken vurgulanan asıl kavram “Müslümanlar”dır. Ancak bu genişletilerek “küçük görülen, ezilen, aşağılanan halk” olarak sunulur. Kemalizm’in 90 yıllık politikaları, yukarıdan reformların “aydınlanma” düşünün sıradan halk açısından bir kâbus olmasından ustaca faydalanılarak AKP’ye oy veren işçilerin, köylülerin kent yoksullarının günlük hayatta yaşadıkları deneyimlere gönderme yapılır. İşçi sınıfının uğradığı sınıfsal baskı, metropollerde hissedilen kültürel aşağılanma, küçük burjuvazinin ekonomik sıkışmışlığı, sahil kesimi-Anadolu ikiliğinin içine sokulur ve AKP’ye kitlesel bir desteğe dönüştürülür.
MÜSİAD ya da TUSKON üyesi bir patron da, asgari ücretle çalışan işçi de, eşi başörtülü bürokrat da, ihracat yapmayı düşleyen küçük işletme sahibi de aynı “Biz” in içindedir. AKP bu şekilde sınıfsal ayrımları belirsizleştirir ve kültürel bir hegemonya ile yanına topladığı kitleleri “Onlar”a karşı düşmanlaştırır. “Onlar” kavramı ise “Biz” kavramı kadar muğlak ve değişkendir. “Onlar”ın asıl unsuru CHP olmakla birlikte, zaman zaman TÜSİAD gibi sermaye grupları, sosyalistler ve “laikçi” sanatçılar da bu kavrama sokulur. Milli Görüş geleneğinden gelip o geleneğin bütün milliyetçiliğini, anti-semitizmini, yabancı düşmanlığını taşıyan AKP için Yahudiler, Ermeniler, Aleviler de “Onlar” kavramının içindedir, “bizi içten çökertmeye çalışan” yabancı ülkeler de.
Ancak bu anlatı sadece bugünü değil, geçmişi de açıkladığı iddiasındadır. Aynen Kemalistlerin yaptığı gibi 1908 devriminin üstünden atlar, Birinci Dünya Savaşı’nı “doğuya karşı batı” karşıtlığı üzerinden okur ve Osmanlı’nın yayılmacılığını tamamen aklar. Cumhuriyet’in kuruluşunu “yukarıdan bir hareket” olarak lanetlerken bütün Cumhuriyet tarihini “halkın CHP’ye karşı olan mücadelesi” olarak yeniden yazar. Tıpkı Kemalistlerin batıya karşı mücadele eden “imtiyazsız, sınıfsız kaynamış bir kitle” hayali gibi Siyasal İslam’ın tarihinde de halkların kendi mücadeleleri yerine Menderes, Özal, Erbakan gibi “büyük adamların” hikâyeleri vardır. Bütün bu tarih kitleleri tıpkı bugün yapıldığı gibi dün de asıl mücadelenin “alnı secde gören halk” ile “gâvur batı özentileri” arasında olduğuna inandırmak, işçileri laik-dindar olarak bölmek için kullanılır. Bu bölünme derinleştirildikçe sendikalar bölünür, özelleştirmeler kolaylaşır, örgütlü emek hareketi zayıflar. Dindar işçiler dindar patronlarıyla aynı kampta olduklarını düşünürler, laik işçiler laik patronlarıyla.
AKP’nin kurduğu bütün bu anlatılar sadece işçiler başta olmak üzere toplumun büyük bir kesimini arkasına toplamaya devam etmesini sağlamıyor, Türkiye burjuvazisi kademe atlama isteği için toplumu ikna etmeye çalışırken de faydalı oluyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kaybedilen Osmanlı topraklarına karşı kabartılan özlem ve “ağabeylik” hissiyatı tam da Türk sermayesi bu bölgeye açılmak isterken daha da fazla pompalanıyor. Türkiye’nin küresel kriz koşullarında yaşadığı olağanüstü ekonomik büyüme emperyalist hedeflerini büyütmesine yol açıyor, “bölgede güç sahibi” bir Türkiye isteyen sermaye daha fazlasını istiyor. Arap Baharı’ndan sonra Libya, Mısır, Tunus gibi ülkelerle ihracat rakamlarını arttıran Türkiye, Suriye’deki halk hareketine de sadece kendisine hem ekonomik hem de siyasi olarak hizmet edecek bir iktidar yaratabilme umuduyla bakıyor. Erdoğan bölgedeki neredeyse tüm başkentlere selam göndererek etki bölgesinin haritasını çiziyor. İstihbaratından ordusuna daha müdahaleci bir Türkiye özlemini gösteriyor. Böyle bir Türkiye ise Türkiye ve bölge halklarına kan ve gözyaşı dışında bir şey vadetmiyor.
Gezi direnişini bir milat yapan en önemli etken, bir yandan AKP’ye karşı çıkarken diğer yandan Kemalist ve milliyetçi olmayan bir muhalefetin nasıl bir şey olacağını kısa bir süreliğine göstermiş olması. Gezi hareketi AKP’ye oy veren işçi sınıfını kazanmadan, etkili bir hareket olamaz. Kemalizm’in ve Stalinizm’in kibrinden uzak olup ve tüm özgürlükleri tutarlı bir şekilde savunursak “Biz” ve “Onlar”ın kültürel değil sınıfsal bir temelde şekillendiğini ve Occupy Wall Street hareketinin ünlü sloganında denildiği gibi “Biz %99’uz” ifadesinin doğru olduğunu gösterebiliriz.