Ziya Dinçsoy
Hiç kuşku yok ki, politikanın gerek teorik, gerekse pratik boyutunda, devlet sorunu her daim güncelliğini korur, onunla “derdi” olanlar için de, onu muhafaza etmek isteyenler için de bu durum böyledir. “Derdi” olanların karşısında duran “klasik” metinlerin unutulması, ya da bilerek ve isteyerek sistemli bir şekilde tahrip edilmesi sorununu çözmek için yılgınlığa ve ümitsizliğe düşmeden, “klasik” metinlerin özünü savunmaya devam etmek, konu özelinde, “saf” görüşleri yeniden ve yeniden ortaya koymak gerekiyor. Bunların haddinden fazla “klasik” ve artık eskimiş, güncel olmayan (!) metinler olduğunu söylemek, sanki o metinlerde “bizim hikayemizden” hiçbir şey yokmuş, 21. yüzyılda muhatap kaldıklarımızla kesişen yanlarının olamayacağı gibi bir tuhaf tutumla karşılaşmak neredeyse sıradan. Çok değil, henüz 150-200 yıllık metinler için bunları söyleyebilenler, Aristoteles’in 2400 yıl önce yazdığı Politika kitabında yaptığı yurttaşlık ve anayasa tartışmalarının hala “güncel” olduğunu görünce ne yaparlardı, kestirmek zor. Bütün bir insanlığın düşünsel mirası olan bu metinlere, tekrar tekrar bakmak, anımsamakta yarar var.
Devletin Kökeni
Friedrich Engels’in “Ailenin, Devletin ve Özel Mülkiyetin Kökeni”nde Engels bu kitapta devlet fikrinin kökeninin tarihsel olduğunu öne çıkarır. Ancak devletin ne’liği üzerine soruşturma yapan bazı diğer filozoflar gibi, devlet için “aklın imgesi ve gerçekliği” gibi tanımlara da katılmadığını belirtir Engels. Sınıf mücadeleleri tarihinde yaşanan, toplumun belli bir gelişme aşamasındaki bir üründür devlet. Kutsal, ebedi ve ezeli değil, bir sonuçtur. Devlet, toplumun kendi öğeleriyle çözülmez bir çelişki içerisinde, uzlaşmaz zıtlıklara, karşıtlıklara ve ikiliklere bölünmüşlüğünün de adıdır aslında. İşte bu çatışmanın enerjisinin, birbirlerini tüketmemeleri için, düzeni muhafaza etmeye çalışan bir güç adeta “zorunlu” bir hale gelmiştir. Devlet, sınıf karşıtlıklarının bir ürünü ve tezahürüdür, sınıflar ve sınıflar arası mücadeleler var olduğu sürece, her yerde ve her zaman devlet de ortaya çıkmıştır.
Devlet mekanizmasının kendisi, galip gelmiş bir sınıfın egemenliğinin doğrudan organdır, bir sınıfın bir başka sınıfı tahakküm altına alma sürecinde kullandığı işlevsel bir araçtır. O halde, teorinin doğal sonucu olarak buradan yapılabilecek çıkarım, galip gelmiş egemen sınıf tarafından yaratılmış olan devlet aygıtına yönelmenin zorunluluğudur, temel hedef orasıdır.
Peki tarihsel olarak nasıl ortaya çıkmıştır Devlet? Zaman aşırı, daimi bir olgu mudur? Elbette ki hayır, ezelden gelen ve ebede giden bir şey değildir.”Bağzı ordu”ların tarih kadar eski olduğunu söyleyen canlı türü hâlâ var, endemikleşiyor, ama var! İşlerini devletsiz gören, devlet mekanizması hakkında en ufak bilgisi dahi olmadan yaşamış toplumlar da olmuştur. Ancak üretimin bir alan haline gelmesi ve sınıfların doğuşuyla birlikte, tarih sahnesine böyle bir olgunun girdiğini söylemek mümkün görünüyor. Bu nasıl ki kaçınılmaz bir giriştiyse, yokoluşu da yine öyle olacaktır. Sınıfların ortadan kalkması fikrinin içinde kısmen gizli olarak bulunan bir diğer bilgi ise, böylece ona bağlı olarak devletin de ortadan kalkacağıdır. Hatta bundan sonrasını, Engels’den aktaralım: “Üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde üretimi yeniden örgütleyecek olan toplum, bütün bir devlet mekanizmasını, layık olduğu yere, eski eserler müzesine, çıkrıkla tunç baltanın yanına kaldıracaktır.” Bir gece ansızın bu mekanizmanın ortadan kalkacağı fikri fazlasıyla idealist ve yüzeysel görünüyor, geceden sabaha bu devasa mekanizmanın “eski eserler müzesine” kaldırılması imkansızdır. Klasik metinlerin bu imkansızlığa yanıtları, bir çeşit olumsuzlamanın olumsuzlamasıdır, yani devlet ortadan kaldırılamaz, ancak en geniş anlamıyla sınıf mücadelelerinin sonucunda, sınıf merkezli hareket eden politik aktörler tarafından “ele geçirilir” ve böylece bu andan itibaren devletin ortadan kaldırıldığını söylemek kısmen mümkündür, o kanala girmiştir süreç. Hakim sınıfın kontrolündeki devlet aygıtı, sürecin seyri içerisinde sönümlenip gider. Öyle ki, Marx ve Engels buna tam ve de saf bir demokrasi diyorlar. Bu zamanlama içerisinde “demokrasi nerede?” gibi sorularla karşılaşmak olasıdır, yanıt basit: Tam kalbinde!
Paris Komünü
Tam da bu noktada, Marx’ın 1871 Paris Komünü için yazdıklarına bakmak isabetli olacaktır: “Komün özellikle bir şeyi çok iyi kanıtlamıştır: İşçi sınıfı hazır devlet mekanizmasını alıp kullanamaz.” Devam eden yerlerde de, bürokratik ve askeri aygıtı paramparça etmekten bahseder Marx, 72 günlük Komün deneyiminde yapıldığı gibi. Çok kısa bir zaman diliminde de olsa, Paris’in gösterdikleri değerlidir, önemlidir. Mesela komün, parçalanmış devlet aygıtının yerine ne koymuştu sorusu, muhtemelen akıllara gelecektir. Ne yapıldığını kısaca anımsamakta fayda var: Komün Paris’in çeşitli semtlerinden seçilmiş, geri çağrılabilen, ücretlerde bir ayrıcalıklı durum yaratmayan bir sistem oluşturmuştu. Sürekli ordu dağıtılmış, bütün memurların da seçimle iş başına gelmeleri sağlanmıştı. Burada parlamento eleştiri yapılabilir, ancak bu döngüden belli bir aşamaya kadar çıkış yolu, temsiliyeti ve seçimleri ortadan kaldırmak değil, o kurumları bürokratik hantallıklarından kurtarıp, iş yapan yerlere çevirebilmektir. İşçi sınıfının ve partisinin, iktidara gelme yolu ve sürecinde, demokratik cumhuriyet işlevsel bir araç olabilecektir, elbette ki bu nihai bir hedef olmamakla birlikte, önemli bir aşama olduğu gerçeği de yadsımaz. Zaten diğer türlüsü, koşulları ve gücü göz önünde bulundurmadan, politikanın da reddi olmaz mı?
Demokrasinin sınırlarını zorlamak, ilerlemek için biçim ve pratikler üzerine düşünmek, toplumsal devrim için verilen mücadelenin kaçınılmaz bir ayağıdır. Bu somut durum tek başına ele alındığı zaman sosyalizme gebe değildir, ancak gerçekte hiçbir demokrasi tek başına alınamaz, diğer bütün mücadele alanlarıyla göbekten bağlıdır bu, iç içe geçmiş bir ilişkisi vardır. Örneğin, hukuk hiçbir zaman toplumsal mücadelelerden, onun koşulları altındaki kültürel gelişimden bağımsız değildir, ondan daha ileride olamaz da. Dış dünya ve bilinç arasında kurulan ilişkinin bir benzerinin, toplumsal mücadelelerde elde edilen kazanımlar ve hukuk arasında kurmakta pekala mümkün gibi görünüyor.
Sonuç
Marksist devlet teorisi her zaman, sınıfların ortadan kalkmasıyla devletin de ortadan kalkacağını söylemiştir, hatta bugün pek çok kişiyi şaşırtacak kadar “ileri” de gitmiştir. Engels Mart 1875’te yazdığı bir mektupta, “devlet” sözcüğünün kendisiyle de doğrudan bir “kavga”ya girer, Alman partisinin programından devlet sözcüğünün çıkarılmasını önerir. Fransızcadaki “komün” kelimesinin karşılığı yerine, Almanca topluluklar birliği anlamına gelen ‘gemeinwesen’ sözcüğünün kullanılmasından yanadır. Buradan önemli olan ve ıskalanmaması gereken nokta, biraz gizlenmiştir: Engels’in Bebel’e gönderdiği mektupta, “bizim fikrimiz, bize göre” gibi ifadelere sıklıkla rastlanmasıdır, bu akademik bir çoğunluk ifadesi değildir. Bu “biz”in içerisinde doğrudan Marx da vardır: o tarihlerde Marx da Londra’dadır ve o mektubu beraber yazarlar.