Roni Margulies
Bir babanın, çocukları için neyi, nasıl, niye, neler hissettiğini ancak zihinsel bir düzeyde tahmin edebiliyorum. Babam benim gibiydi çünkü, çocuk sahibi olmamalıydı. Ben ona benzemeye başladığım yaşa gelince, rakı masasında dost olduk. Ama baba olmayı beceremedi hiç. Bir babanın hisleri nelerdir, gözlemleyemedim dolayısıyla. Tahmin edebildim ancak. Tahmin başka, his başka.
Bir annenin oğlu için neler hissedebildiğini ise, çok doğrudan, çok yoğun, çok boğucu bir şekilde deneyimledim, iyi biliyorum.
Türkiye’de değil ama, dünya literatüründe “Yahudi anne” tiplemesi vardır. Bazen trajik, ama çok zaman komik edebiyata konu olmuşur, sayısız fıkranın kahramanıdır. Oğluna düşkünlüğü, oğlunun ulvi önemine duyduğu inancın sarsılmazlığı, oğluyla ilgili evhamlılığı akıl durdurucu düzeylere ulaşır.
Benim anneme kıyasla, literatürdeki bu Yahudi anne tipi solda sıfır kalır!
İngiltere’de okuduğum yıllarda bir gün annemin yaşlı gözlerini geride bırakarak Yeşilköy’den uçağa binip Londra’ya uçtum. Benim havada olduğum saatlerde, benden ve annemden habersiz, Bombay semalarından bir uçak düşmüş. Annem Yeşilköy’den eve dönüp her zamanki gibi hemen televizyonu açtığında bir haber bülteninin sonunu yakalayıp uçağın düştüğünü görmüş. Ama hangi uçak? Tarifsiz bir panik içinde Türk Hava Yolları’nı aramış. “Uçak düşmüş. Hangi uçak? Sizinki mi?” diye nefes nefese, kekeleyerek, baygınlık geçirmeyi ucu ucuna engelleyerek sormuş. “Hayır efendim,” demişler, “Hindistan Hava Yolları’nın uçağı düştü”. Hiç duraklamadan, “Harika, harika,” diye bağırmış, “Çok güzel, teşekkür ederim”. Ve sevinçle kapatmış telefonu.
Yanlış anlamayın. Kötü bir insan değildir annem. Televizyon haberlerinde genç bir göstericinin coplandığını gördüğünde gözleri yaşarır. Kim coplanıyor, niye coplanıyor, hiç anlamaz, yorum yapmaz, ama eminim, coplananın annesi gelir aklına, ve sessizce ağlar.
Ve beni arar hemen. Hangi gösteride benim bulunabileceğimi, hangisinde bulunamayacağımı kestiremediği için, hemen beni arar. O gösteride olsam da, olmasam da, “Sinemadayım, çıkınca ararım seni” derim.
Bana bir şey olacağından hiç korkmadım bugüne kadar. Ama olursa, 77 yaşında, protez omuzlu, görme özürlü annem devlete meydan okur, silaha sarılır, terörist olur diye her gün korkuyorum.
Türkiye’de tam rakamı bilinmeyen, zaman zaman 17 binden fazla olduğu söylenen faili meçhul cinayet işlendi. Bu rakama kimler dahildir, kimler değildir, bilemiyorum. Botaş kuyularından çıkan kemikler kimlerindir, bilemiyorum. Başka kimler nerelere gömülmüştür, kimler gömmüştür, bilemiyorum.
Ve bu kayıp kadınların ve erkeklerin anneleri de bilemiyor.
Öyle bir dönemden geçtik ve geçiyoruz ki, devlet hangimizi, nasıl isterse, ne zaman isterse öldürdü. “Vatan söz konusu olduğunda gerisi teferruattır” diye övünerek, haklılığından kuşku bile duymadan öldürdü.
Hepimizi teferruat olarak gören bu devletin bazı görevlileri bugün hapiste. Ve bazı mağara adamları hapistekileri savunmakla, kurtarmaya çalışmakla meşgul.
Ama kayıp kadınların ve erkeklerin anneleri çocuklarına ne olduğunu hâlâ bilmiyor. Her Cumartesi, İstanbul’da Galatasaray’da toplanıyorlar. Her biri bir teferruat.
Devletten yana mıyız, teferruattan yana mı? Çok basit bir soru!