Matt Perry
BBC'nin yaptığı bir ankette "Size göre geçtiğimiz bin yılın en büyük düşünürü kimdi?" diye soruldu. Listenin en üst sırasını Karl Marx aldı. Başka bir araştırma ise dünyanın en büyük kütüphanesi olan ABD Kongre Kütüphanesinde yapıldı ve araştırmaya göre Marx yaklaşık 4000 yayın ile tüm zamanlarda hakkında en çok yazı yazılan altıncı kişi.
Mezarının yanı başında yaptığı konuşmada Engels onu "en nefret edilen kişi" olarak anmıştı. Kimilerine göre Marx hala bir canavar, ötekilere göreyse bir dahi.
Marx'a ne açıdan bakarlarsa baksınlar çoğu kabul edecektir ki, pek çok büyük tarihçi kendisini Marksist olarak tanımlamıştır, Marx tarih ve sosyal bilimler alanında önemli bir etkiye sahiptir.
Şüphesiz ki Marx akademi dünyasında da en nefret edilen düşünür olmayı başarmıştır. Hatta Max Weber gibi bazı teorisyenler Marx-karşıtı olarak tanımlanırlar. Eric Hobsbawn "Tarih yazımının 'modernleşmesinde' ana etken Marx olmuştur" der.
Marx'a giriş kitaplarında ilk izlenim önemlidir; çoğunlukla öğrenciler karanlık ve kötücül bir labirentin içinde kayboluyormuş gibi hissederler. Gölgelerin arasında tanıdık olmadıkları bir terminoloji, kötü çeviriler ve zalim insanlar gizlenmektedir.
Her ne kadar böylesi karmaşık ve teknik bir izlenim verse de, Marksizm aslında gayet sürükleyicidir ve tartışıldığında bizim günlük hayat deneyimimizle hiçbir düşünce ekolünün olamayacağı kadar ilişkilidir.
Tarihin DNA'sı
Marx'ın en önemli izlenimi emeğin insanlarla hayvanlar alemi arasındaki ayrımı yarattığını tespit etmesi olmuştu. Gezegenimizdeki insanların çok büyük bir kısmı yetişkin yaşamları boyunca günlük rutin içerisinde çalışmak zorundalar.
Okuyucularımızın büyük bir kısmı şu monoton döngünün farkındadırlar: uyu, işe git, çalış! Kim olduğumuz, nasıl algılandığımız, paketimizin ne olacağı… tüm bunlar harcadığımız emek ile belirlenmektedir. Emek, insanlık tarihinin DNA'sı gibidir, bugün de fark ettirmeden toplumu değiştirir ve dönüştürür.
İnsanlık tarihinin büyük bir döneminde emek demek eşitlikçi topluluklarda toplayıcılık, avcılık yapma ya da yemek üzere ölü hayvanlar bulma gibi eylemlerdi. Tarihin belli bir noktasından itibaren bu değişti. Yerleşik hayata geçilmesiyle beraber bitki ve hayvanlar evcilleştirildi ve emek daha verimli hale geldi, böylece topluluklar o anki ihtiyaçlarının üzerinde ürünler üretebilecek duruma geldiler, ayrıca artık tek gereksinimleri beslenme değildi, barınmak ve giyinmek için de üretiyorlardı.
O andan sonra artık herkesin çalışmasına gerek kalmadı, artık bazıları diğerlerinin ürettikleriyle yaşayabilir duruma geldiler. Bunun keşfedilmesiyle beraber insan topluluklarında bireyler yöneten ve yönetilenler, ezenler ve ezilenler olarak ayrıldılar, yani sınıflı toplumlar ortaya çıktı.
Sınıflı toplum öylesine hayatımızın parçası olmuştur ki çoğunlukla üzerinde düşünmeyiz bile; hatta 'insanın doğası budur' bile deriz!
İşyerlerimizdeki patronlar, fakirlerle zenginler arasındaki o aşılmaz uçurum, sosyal düzenlemeler, hatta polisin ya da okul müdürünün üzerimizdeki otoritesi- tüm bunlar sınıflara bölünmüş bir toplumun bugünkü yansımalarıdır. Bizim sıkıcı günlük çalışma hayatımızın arkasında yatan, diğer sınıfın emeğimiz üzerinden kazandığı kar, hisse payları ve yönetici bonuslarıdır.
Şu "sömürü" kelimesi dahi genel olarak istisnai derecede düşük maaş alan aşırı yoksullara özel bir kelime gibi görülür. Oysa Marx'a göre, sömürü, yasal olarak izin verilen bir hırsızlıktır ve her bir maaşlı çalışan ya da lordun her bir kölesi bu hırsızlığın mağdurudur.
Neyse ki sömürü tartışmasızca sürüp giden bir şey değildir, sınıflar çatışan taleplere sahiptirler. Tarih boyunca egemen sınıflar daima ücretleri düşürmek, çalışma saatlerini arttırmak ve daha fazla hürmet görmek istemiştirler, elbette sömürülenler de tam tersini…
İşte bu yüzden sınıflar arası mücadele sınıflı toplumun değişmez bir parçasıdır, hatta Marx ve Engels'in Komünist Manifesto'daki meşhur açılış cümleleri şöyledir: "Gelmiş geçmiş tüm toplumların tarihi, sınıf savaşımlarının tarihidir"
Üretim tarzları
Her şeyin her zaman aynı gittiğini söylemek yanlış olur. Hatta tam tersi söylenmeli; bugünkü çağdaş küresel kapitalizm antik Roma'dan ya da ortaçağ Fransa'sından elbette çok farklıdır.
İnsan teknolojisi, bilgisi, becerileri çok gelişti ve toplumlar da büyük değişimler yaşadı. Bu büyük değişimleri anlamak için Marx yine emeğe, sömürüye ve üretime dönüp bakmanın gerekli olduğunu söyler.
Antik Roma'da sömürü köle emeği üzerindeydi. Ortaçağ Fransa'sında feodal lordlar köylüleri sömürüyorlardı. Modern kapitalizmde ise büyük kapitalist işverenler bireysel özgürlükleri olan ancak yaşamak için birilerinden maaş almaya muhtaç olan insanları sömürürler.
Her bir sınıf ayrımı, çatışmanın biçimi, üretimin seviyesi ve tarihi olasılıklar, sosyal ve ekonomik gelişimin farklı farklı noktalarına denk düşerler. Tarihi üretim tarzlarına göre bazı bölümlere ayırabiliriz- antik kölelik dönemi, feodal dönem, kapitalist dönem vs.
Uzun bir insanlık macerasında, pek çok yoldan geçtikten ve gelişimin her bir aşamasını başarıyla tamamladıktan sonra nihayetinde modern kapitalist toplumu kurmayı başardık.
Kapitalizmin yaratığı refah ortamında, Marx ve Engels, yeni bir üretim tarzının ve sınıfsız toplumun -yani sosyalizmin- artık mümkün hale geldiğini söylerler. Hayatları boyunca bu fikri yaymak ve gerçekleştirmek için çaba gösterdiler.
Marksizmde tarihin önemini küçümsemek hata olur, Marx ve Engels tarihi düşüncelerinin bir alt kategorisi olarak görmüyorlardı, aksine dünya görüşleri tarih üzerine inşa edilmişti. Tüm bir insanlık deneyimini tarihsel bir mantıkla açıklamaya çalıştılar. Mesela, her ikisi de maymundan insana geçişte emeğin rolünü açıklamak için Darwin ve antropologların çalışmalarını heyecanla izliyorlardı.
Marx ve Engels tarih üzerine soyut çalışmalar yapmak yerine, teorilerini tarihsel yazılar ve çalışmalar üzerine kuruyorlardı ki zaten bu iki alan el ele gelişiyordu. Marx ve Engels tarihi geçmişte kalmış olaylar olarak değil, bugünkü gelişim sürecinin bir parçası olarak görüyorlardı. "Yaşayanların zihinlerine bir kabus gibi tutunmuş" geçmişin ve o günlerden kalan tekinsiz mirasın, bugünün devrimci değişimi için gerekli olduğunu söylüyorlardı.
(Berk Efe Altınal çevirdi)
Üç nesil Marksist, analiz edilecek üç farklı dünya
Marx ve Engels, yaşadıkları dönem birbirlerinden farklı tarihsel süreçler tarafından şekillendirilmiş üç neslin ilkini temsil ediyor. Marx ve Engels, buhar makinesının ve demiryollarının gelişimine, Avrupalı imparatorlukların egemen oldukları bir dünyaya şahit oldular. Devasa sendikaları ve Avrupa'da kurulan büyük sosyalist partileri gördüler.
Georg Lukacs, Leon Troçki ve Antonio Gramsci ortanca nesil; aşırılıkların çağında yaşadıkları söylenebilir, bu yüzden karşılaştıkları meseleler de farklıydı. Bu nesil iki büyük Dünya Savaşı'na, Rusya'daki devrime ve 1930ların büyük ekonomik krizine tanık oldular.
Üçüncü nesil ise Soğuk Savaş ile kutuplara ayrılmış, İkinci Dünya Savaşını takip eden büyük bir ekonomik refahın olduğu bir dünyaya, 1960larda radikal hareketlerin, 80lerde ise sağcılığın yükselişine şahit oldu ve bu şartlarda Marksizmi yorumladılar.
Üçüncü neslin karşılaştığı son mesele ise Rusya ve Doğu Avrupa'da Stalinist rejimlerin çöküşleri oldu, bu küresel kapitalizmin neo-liberal destekçilerinin zaferi demek oluyordu.
Üçüncü neslin alacakaranlığında dördüncü Marksist neslin doğuşunu merak ediyoruz; hangi koşulların altında doğacaklar ve bugün bunun işaretlerini nerede arayacağız?
1980 ve 90larda Marksist tarihçiler büyük bir ivme kaybına uğradılar. Bu, teorinin artık geçmişe dair yeterli bir perspektif sağlayamamasından değildi. Daha çok, akademideki entelektüel ilgi alanlarının değişiminden kaynaklanıyordu. Bu dönemde postmodernizm gibi düşünce ekolleri tarihsel sorulara cevaplar vermek üzere uğraş içerisine girdiler.
Pek çok Marksist tarihçi, postmodernizmin yönelttiği sorulara yanıtlar bulmakta zorlanıyordu, çünkü Stalinist rejimlerin ilüzyonu altındaydılar, oysa bu rejimler modern kapitalizmin devlet üzerine kurulu basit versiyonlarıydılar.
Şimdi, küresel kapitalizme ve emperyalizme karşı ortaya çıkan yeni hareketler Marksist tarihçiliğin kendisini onarmasına yol açıyor.