Kemal Başak
Doğu Bloku'nun çöktüğü yıllarda her biri işçi sınıfının ve toplumun ezici çoğunluğunun aleyhine, kapitalist sınıfın lehine anlamlar ihtiva eden yeni liberal politikalar tartışılmaz mutlak doğrular olarak son 30 yıla damgasını vurdu. Reagan - Thatcher - Kohl dönemi ile başlayan bu vahşi kapitalizm evresinin gezegenimizde yarattığı tahribat katlanılamaz boyutlara ulaşmış durumda. Gelir uçurumu, çok küçük bir azınlığın yaratılan zenginliğin ezici çoğunluğuna el koyması; parasız sağlık ve parasız eğitimin milyarlarca insan için birer sosyal hak olmaktan çıkması; yaygın işsizlik; çalışma saatlerinin artması, ücretlerin azalması; yoksul ülkelerde bunlara ek olarak yetersiz beslenme ve açlık, salgın hastalıklar, yaygın insan hakları ihlali.
Sosyal piyasacılık
Başlı başına büyük bir yalan olan devlet müdahalesi olmadan tamamen piyasa koşullarına göre varlığını sürdürme prensibi, 2008 Eylül krizi ile birlikte hükümetlerin trilyonlarca doları şirket kurtarmaya aktarmasıyla fiilen çöktü. Bu büyük çöküş bile piyasacılıktan tam bir kopuşu gerçekleştiremiyorsa, 30 yıllık neo liberalizmin, aynı zamanda çok ciddi bir ideolojik tahribat yarattığını da kanıtlıyor. Sosyal piyasacılık önerisi de bu tahribatın ürünü.
Egemen sınıf sözcüleri tarafından önerilen neo-liberal piyasacılığın karşısındaki bu sosyal piyasacılığın herhangi bir biçiminin geniş yığınların adalet, demokrasi ve sürdürülebilirlik taleplerini karşılaması mümkün değil. Her şeyden önce piyasayı vazgeçilmez kılan o sahte özgürlük fikri ile mücadele etmek gerekiyor. Her türlü maddi ve fikirsel mallar ve hizmetlerin serbestçe alınıp satılmasının ancak siyasi özgürlük ile mümkün olacağı fikri son 30 yıl boyunca sayısız kez çürütüldü. Hiç de tesadüfü olmayan bir şekilde, ileri ülkelerdeki sistematik hak gaspları ve dünyanın geri kalanındaki baskıcı uygulamalar at başı gitti. Hatta şunu söylemek mümkün, neo-liberal politikaların en dolaysız uygulandığı ülkeler, en baskıcı rejimlere sahip ülkeler oldu. Tersi de doğru, neo-liberal politikalara karşı en büyük direnişler demokrasinin sınırlarının nispeten geniş olduğu ülkelerde gerçekleşti.
Diğer taraftan piyasanın kendisi kuralsızlığı, dolayısı ile yılların mücadelesi ile kazanılan hakların gaspını dayatıyor. Bu koşullarda, içinde olabildiğince çok mal ve hizmetin piyasada satılmak üzere üretildiği; emek, toprak ve para piyasalarının da var olduğu kendi kendini düzenleyen bir sistem olarak piyasa ekonomisinin, adil ve iyi bir toplumla uyumlu olabileceğini söylemek hiç de gerçekçi değil. Ekonomik liberalizm ile sosyal korumacılığın bileşkesi olarak önerilen sosyal piyasacılığa karşı haklı eleştirilerimizi yöneltmek zorundayız.
İlk olarak piyasa ekonomisi adaletin gereklerini ihlal eder. Kapitalizm altında bireyler kendilerine fayda sağlayacak şeylere eşit olarak ulaşamazlar. Sorun sadece üretim kaynaklarına erişim ve gelirin eşit biçimde dağıtılması da değildir. Bireylerin gündelik yaşama ilişkin şansları da kendi kontrolleri dışında kalan süreçler tarafından, özellikle piyasalardaki dalgalanmalar sonucunda, şiddetli bir biçimde etkilenmektedir. Günümüzde finasal patlamalar ile kazanılan servetleri, borsanın çöküşü ile kaybedilen yaşamları düşünelim.
İkincisi, kapitalizmin yol açtığı ekonomik gücün belli ellerde yoğunlaşması demokrasinin kapsamını ciddi biçimde sınırlar, çünkü günümüzde pek çok insanın kendi yaşamlarını etkileyen kararlarda söz hakkı yoktur. Mevcut demokratik mekanizmalar, güçlü olanı korumaya yönelik olarak hazırlanmıştır ve güçlü olanlar aşağıdan kendisini tehdit edecek bir hareket ortaya çıkmadan bu güçlerindan feragat etmezler. Ayrıca söz konusu demokratik mekanizmalar, şirketlerin etkisine bağlı olarak piyasalara ters düşen politikalar izleyen hükümetlerin karşılaştığı ağır yaptırımlar yüzünden ciddi biçimde tehlike altındadır.
Üçüncüsü, kapitalizmin rekabetçi sermaye birikim süreçleri göz önüne alındığında hep ileri hamleler yapması, ekolojik ve iklimsel açıdan hiç de sürdürülebilir olmayan bir iktisadi gelişme biçimi yaratmıştır.
Piyasacılığa bağlı kalarak sosyal sorunları aşmak mümkün görünmüyor.
Planlı bir ekonomi
Piyasanın karşısına sosyalist planlamayı koymaktan başka bir çözümümüz yok. Devlet kapitalisti rejimlerin çok uzun yıllar boyunca sosyalist rejimler olarak görülmesi ve bu rejimlerin tamamen bürokratik sınıfın çıkarları doğrultusunda hazırladığı planlar nedeni ile kötü örnek teşkil etmesi planlamanın kendisinin kötü bir şeymiş gibi algılanmasına yol açtı. Oysa bu rejimlerde yapılan plan üzerinde geniş yığınların tek bir söz etme hakkı dahi yoktu, tıpkı günümüzde IMF ve DB toplantılarında alınan kararlar doğrultusunda hazırlanan planlarda bizim hiç bir söz hakkımızın olmadığı gibi. Dolayısı ile planlamanın kendisinin neye hizmet ettiği planı gerçekleştiren sınıfın temsilcileri ile doğrudan bağlantılı.
Sosyalist planlama ile öncelikle kaynakların paylaştırılması ve kullanımının çoğunluk ilkesi çerçevesinde ve demokratik karar alma mekanizmaları temelinde kollektif biçimde belirlendiği bir iktisadi sitemdir. Bu sistem, karar alma mekanizmaları, istenildiği zaman geri çağırma koşulunu içeren konseyler üzerinden şekillendiği için demokratiktir. Her aşamada demokratik müzakereler üzerinden gerçekleşen bir konsensusu barındırır. Nihai olarak bu konsensus üzerinden koordinasyon sağlanır.
Etkin olabilmek için sosyalist planlamanın uluslararası düzeyde gerçekleştirilmesi zorunludur. Kapitalizm küresel bir sistemdir, kapitalizm tarihi piyasaya karşı gelmeye çalışan ulus devletlerin ciddi yaptırımlara maruz kaldığını göstermektedir. Bu yaptırımlar çoğu kez egemen sınıf ilişkilerinin yeniden egemen sınıfın istediği biçimde kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu yüzden uluslararası ölçekte bir alternatif ekonomik model oluşturulması zorunluluğu vardır. Ayrıca planlamanın acil olarak küresel sorunları hedef alması gerekmektedir. Küresel iklim değişikliğinden küresel salgın hastalıklara, ekolojik felaketlerin önlenmesinden en temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasına kadar pek çok alanda acil küresel tedbirler alınmak zorunda.
Krize karşı alternatif
Kapitalist küreselleşmenin mantığı dünyanın özel mülkiyet bölgelerine bölünmesidir. Bu mantığın yerine ortak ihtiyaçların demokratik bir konsensus üzerinden belirlenmiş bir mantık koymak, kişisel olmayan üretim kaynaklarının toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi olmaksızın mümkün değildir. Temel kaynakların özel mülkiyetin kontrolünde olduğu koşullarda bu kaynakların tahsis edilmesine ilişkin kararlar demokratik bir biçimde alınamaz.
Zaten özel mülkiyetin özü, mülk sahibine, sahip olduğu şeylerin kullanımı ile ilgili karalara başkalarının karışmasını enkgelleme hakkını vermesidir. Bu nedenle demokratik biçimde planlanan bir ekonomi özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyete dayanmak zorundadır.
Sosyalist planlama modeli ile karar alma süreçlerine ekonomik alanın dahil edilmesi, mevcut burvuza demokrasisinin en uç sınırlarında bile görülemiyecek oranda olağanüstü bir demokratik rejimin öngörülmesidir.
Böyle bir modelin gerçekleşmesi işçi sınıfının birden fazla ileri kapitalist ülkede iktidarı ele geçirmesi ile mümkün olabilir. Nesnel koşullar, giderek bir toplumsal devrim için gerekli düzeyde olgunlaşmaya başlamış olsa da henüz bir devrimci dönemden geçmiyoruz. Bu sürecin olgunlaşmasını hızlandırmaya katkı sağlayacak kitlesel mücadeleler; büyük çoğunluğun üzerinde anlaştığı talepler üzerinden örgütlenebilir.
Seattle 1999'dan itibaren antikapitalist hareketin dilinden düşürmediği, üçüncü dünya ülkelerinin borçlarının derhal iptal edilmesi, uluslararsı para işlemlerinden Tobin vergisi alınması, IMF-DB gibi kurumların dağıtılması, evrensel bir temel gelirin yürürlüğe konması, haftalık çalışma saatlerinin azaltılması, kamu hizmetlerinin korunması ve özelleştirilen kurumların yeniden kamulaştırılması, göç kontrollerinin kaldırılması ve yurttaşlık haklarının genişletilmesi, çevre ve iklim felaketlerini önleyecek önlemlerin alınması, askeri sanayi kompleksin dağıtılması, sivil özgürlüklerin korunması, gibi taleplerimiz üzerinden gerçekleşecek.