Alex Callinicos
Pittsburgh’ta geçen hafta yapılan G20 toplantısının en önemli yanı, yıl içerisinde üçüncü kez toplanmış olmasıydı. Çok dikkat çekmeyen marjinal bir uluslararası kuruluş olan G20, gittikçe önem kazanıyor.
G20, 1999’da Asya ekonomik krizine çözüm bulmak amacıyla kurulmuştu. Avrupa Birliği ülkelerine ek olarak 19 ülkenin ekonomi bakanları ve merkez bankalarının üyeliğiyle birlikte sürdürülüyordu. Ancak kurum, 2008’te Londra ve Wall Street’teki çöküşü engellemeyi başaramadığında bu anlamdaki işlevini yitirdi.
Ekonomik krizin sonuçlarının taşıdığı ciddiyet G20’yi, son zirvenin sonucunda kendi kullandıkları ifade ile “uluslararası ekonomik işbirliği”ne dönüştürdü. Kasım 2008’te Washington’da, Nisan ayında Londra’da ve geçen hafta Pittsburgh’ta toplananlar bu kez eskisi gibi ekonomi bakanları değil, devlet yöneticileri idi.
Bu toplantılar G8 toplantılarını gölgede bıraktı. G8, 1970’lerin ortalarında savaş sonrası ortaya çıkan ilk büyük ekonomik krizi atlatmak üzere büyük batılı kapitalist ülkelerin işbirliği yapmalarıyla kurulmuştu. 1997’den sonra bu birliğe Rusya da katıldı.
Peki G20’de olup da G8’te olmayan ne var? Basit bir cevap: Çin. G20’nin bu şekilde önem kazanması, küresel ekonomik gücün paylaşımındaki değişimi de gözler önüne seriyor.
G20 toplantısının ardından Beyaz Saray tarafından da bu değişimin altı çizildi: “Dünya ekonomisindeki büyük değişimler daima ekonomik işbirliğinin küresel mimarisinde kendisini göstermez. Bugün bu değişim, G20’yi küresel krizin etkilerini onarma çabalarımızın merkezine yerleştirmemiz ile başladı.”
Güçler
Bugün varolan uluslararası kurumlar, sözgelimi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ya da Uluslararası Para Fonu (IMF) İkinci Dünya Savaşının sonunda yeniden düzenlenen güç dengelerini yansıtırlar.
Ancak son dönemlerde güçlerini arttıran ülkeler bu kurumlarda önemli pozisyonlar kazanmaya başladılar. Britanya ve Fransa, Güvenlik Konseyindeki imtiyazlı statülerinden vazgeçmek istemeyecektir, tıpkı Pittsburgh’ta IMF yönetimini Hindistan ve Çin’e kaptırmamak için mücadele ettiği gibi.
G20 bu problemi aşmak için uzlaşmacı bir seçenek sunuyor; çünkü üyeleri arasında hem gelişmiş Batılı G8 ülkelerini hem de gelişmekte olan diğer en önemli ülkeleri içerisinde barındırıyor.
G20’nin bu yükselişi, Batı’nın reddi ve diğerlerinin yükselişi anlatısına tam olarak uyuyor. Goldman Sachs’ın ortaya attığı dünya ekonomisinin merkezine oturan BRİÇ (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) ülkeleri fikri yorucu bir şekilde sürekli tekrarlanıyor.
İşin aslı, bu saçma sapan bir fikir. G20’nin çoğu ülkesinin hiçbir önemi yok. Brezilya ve Rusya önemli bölgesel güçler, Rusya’nın nükleer gücü onu küresel olarak da önemli yapıyor. Ancak bu ülkeleri aslında önemli yapan şey ham madde ihracatları ve bu ihracat ekonomisi 1990’ların başından beri küçülüyor. Hindistan’ın önemi daha fazla elbette, ancak ülkenin yöneticilerinin farkında oldukları gibi Çin ekonomisine fazlasıyla bağımlı haldeler.
Gerçekten önemi olan ülke Çin; Amerikan ekonomisi ile olan sıkı bağları sebebiyle iki ülke de aynı anda yükseldi ve düştü. Çin hükümeti ülkedeki bankalara ve yatırımcılara önemli bir miktarda katkı yapıyor ve bu katkı dünya ekonomisini birkaç aydır stabilize ediyor.
Ancak G20’nin Çin’i küresel bir ekonomik güç olarak çizmesi bir çözüm getirmeyecek. Tüm anlatılan, devletin aşırı ucuza malolacak para yardımları ile bankacıların kurtarılması ve devam etmelerinin sağlanması; burada da sıradışı bir şey yok.
Bu esnada, ABD ve Britanya’nın, Çin ve Almanya ile arası açıldı çünkü toplantı sonuçlarında “küresel büyümenin daha kontrollü bir yoldan gerçekleştirilmesi” kararı çıktı.
G20 daha büyük bir çatı, ancak kapitalist ülkeler arasındaki rekabeti ve düşmanlığı bitiremez.
Çeviren: Berk Efe Altınal