Esra Akbalık
Karabal karakolu ve Demirci Köyü... Keskin rüzgarın, aylarca kalkmayan karın, kuraklığın ve yoksulluğun coğrafyası.
Aynı tarihlerde vizyona giren iki yerli yapım olan "Nefes" ve "İki Dil Bir Bavul", birbirine zıt anlatım biçimlerine rağmen, ortak bir kaderi paylaşan yerlerden sesleniyor bize. Tarafların kimler olduğunun bir süre sonra öneminin kalmadığı, ölümün tüm soğukluğuyla sürekli kendini hissettirdiği bir dağ başı karakolunda yolları kesişen bir grup asker ile dağlık ve kurak bir ücra doğu köyünün okulunda yolları kesişen batılı bir öğretmen ile öğrencilerinin hikayesi çok da ayrı değil aslında. Her iki filmin de 20'li yaşlarında mecburi hizmet sebebiyle hiç aşina olmadıkları bir dünyaya adeta ışınlanan erkek kahramanları, içinden kopup geldikleri kendi dünyaları ile tek zayıf bağlantıyı telefon aracılığı ile sağlıyorlar. Kişisel hikayelerine dair küçük bilgileri anneleri ya da sevgilileri ile yapmaya çalıştıkları zorlu telefon görüşmelerinden edindiğimiz askerler, bir türlü tam olarak dillendirilemeyen nefretin, korkunun ve sinirleri laçka eden bir bekleyişin içindeler. Tahmin ettiğinden çok daha zor koşullarda ilk öğretmenlik deneyimine başlayan Denizlili Emre de cep telefonu aracılığı ile sadece annesine sinyallerini verdiği, onu sağır ve dilsiz bırakan bir yabancılık ile yüzyüze kalmış durumda. "Nefes" in karlı dağlarında, sadece bulutlarla komşuluk eden karakol içinde, savaşın tüm çirkinliğini ve adaletsizliğini, kişisel bir intikam hırsına dönüştüren yüzbaşı da telefonun diğer ucundaki düşmanı ile sürdürdüğü küfürlü diyaloglarla varlığını sürdürmeye çalışıyor. Nasıl yüzbaşı için savaşın ve düşmanın temsili, karşılıklı küfürleştiği telefonun diğer ucundaki ses ise, karakoldaki askerler için de haykırarak "sağ olsun!" dedikleri vatanın temsili, aslında telefonun diğer ucundaki sevdiklerinin sesleri.
Türkiye sinemasında görmeye çok alışkın olmadığımız kalitede bir görsellikle sunulan Nefes filmi, sanırım ya faşist ya da savaş karşıtı şeklinde iki farklı kutupta değerlendirilme beklentisiyle vizyona girdi. Tüm gerçekliği ile sunulan sahneler, savaşın yıkıcılığının, militarizmin yok ediciliğinin apaçık ortaya çıkması açısından oldukça etkili olsa da, bana kalırsa genel militer bakış açısından çok da uzağa düşemiyor. Aslında yine herkesin kendi bakış açısı ve hassasiyeti açısından değerlendireceği Nefes filmi, ölmenin ve öldürmenin kutsallaştırıldığı bu topraklarda, barıştan yana ses vermek yerine erkek egemen militer duygusallığa taraf tutmayı tercih ediyor.
Ölmenin ve öldürmenin değil, yaşamın, büyümenin ve değişimin başrol oynadığı Demirci Köyü okulunda ise, kuraklığın ortasında alkışlar eşliğinde dikilen ağaç temsil ediyor belki de her şeyi. Tek bir ağaç gölgesinin bulunmadığı, kayalık tepelerde "beni anlamıyorsunuz değil mi? Ben de sizi anlamıyorum" ile başlayan yabancılık; inat, sevgi ve sabır ile anlaşmaya dönüşüyor. Kışlada, okulda ezberlediğimiz ve kimliklerimizin, kişiliklerimizin, duygularımızın önüne set çeken "vatan sağolsun", "ne mutlu türküm diyene" etiketlerinin, bizi biz yapmaya yetmediğini anlıyoruz bir kere daha. Biz'in, birlikte diktiğimiz ağaçta, vatanın da en saf sevgide saklı olduğunu hatırlamamız için, batıya uzak, ortak kaderi paylaşan bu coğrafyalardan yükselen ses, hayatın ta kendisi.
Biri karakoldan diğeri okuldan, sanatın gücüyle bize bir kez daha hatırlatılan gerçek:
Vicdanımızı ayakta tutmak, sahip olduğumuz en temel sorumluluk.
Vicdanımız uyursa, hepimiz ölürüz çünkü!