Günümüzdeki ekonomik kriz, birçok tartışmayı da beraberinde getirdi. Farklı ekonomistler ve ekoller, krizi değişik şekillerde açıklıyor. Ana akım ekonomistlere göre, piyasa ekonomisi normal koşullarda 'kriz üretemeyeceği' için, bunalımın sebebi kredi sisteminin kontrolden çıkması, kötü siyasetçiler ve para politikası araçlarıyla krizi iyi yönetemeyen merkez bankaları. Buna göre AB Merkez Bankası'nın karşılıksız para basıp Yunanistan'ı kurtarmaya yanaşmaması, kötü yönetim örneklerinden biri. Bir başka eğilime göre ise krizin sebebi 'faiz' ve amacından sapan finans kurumları. Faiz, sunî işlemler oluşturuyor ve doğası gereği her bulaştığı muameleyi spekülasyona çeviriyor. Küresel finans kuruluşları da bu faiz mekanizmasını kendi kendine büyüyen bir canavar haline getiriyor.
Bu açıklamaların bazıları kısmen doğru olsa da krizin oluşmasına neden olan faktör ne kötü yöneticiler, ne de spekülatif sermaye. Dünya ekonomisinde tıkanmaya yol açan ve piyasaların yanlış bir şey yapamayacağına dair inancı yıkan gelişme, Marks'ın kâr oranlarının düşme eğilimi olarak ifade ettiği, kapitalizmin içsel mekanizmasından başka bir şey değil.
Kredi mekanizmasının çökmesine neden olan kârlılık krizinin geçmişi, 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki genişleme döneminin 1960'larda sona ermesine dayanıyor. Küresel kapitalizmin, sanayi sektöründeki kâr oranlarının düşüşü karşısında ürettiği çözüm, 1970'lerde ve 80'lerde uygulamaya geçirilen neoliberal politikalar oldu. Ücretlerin düşürülmesi ve sosyal hakların tırpanlanması, yani sömürü oranının arttırılması sayesinde kârlılık yeniden yükselişe geçti, ancak kâr oranlarının uzun vadede düşüyor olmasına kalıcı bir çözüm üretilemedi. 1990'larda yeniden sıkışma yaşanmaya başlandı ve 90'ların sonundan beri, ABD Merkez Bankası, krizi önlemek için Amerika ve dünya ekonomisini krediye boğdu.
Ucuz krediler sayesinde şirketler yatırım kararları almaya devam ettiler ve piyasa kısmen de olsa canlılığını sürdürdü. Ancak büyüyen kredi balonu, 2007 yılında, kredi alan yoksulların, bankalara olan borçlarını geri ödeyemeyeceğinin anlaşılmasıyla patladı ve 1930'lardakine benzer uzun ve belirsizliklerle dolu bir kriz ortamı piyasaların üzerine çöktü.
Var olan krizin ayırt edici yanı, sorunun neoliberalizm ya da küreselleşmeden değil, kapitalist üretim ilişkilerinin doğasından kaynaklanıyor oluşu. Bu nedenle kısa vadeli çözümlerle kriz sona ermiyor. Buhranın, kapitalizmin kalbi olan ABD'de başlaması ve kapitalizmin bir başka kalbi olan Avrupa'ya doğru yayılması da bunun bir göstergesi.
Krizle ortaya çıkaran şirket iflasları ve borç sorunu, Marks'ın "değer yasası" olarak tarif ettiği, kapitalizmin içsel çelişkilerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta. Sistemin temel güdüsü olan daha fazla sermaye biriktirme ihtiyacı, kapitalizm altında iki tamamlayıcı ve çelişkili süreçle sakatlanıyor. Bunların birincisi kâr oranlarındaki düşme eğilimi, ikincisi ise üretimde meydana gelen artışın pazarın emme kapasitesinin üzerinde olması. Eğer kâr oranları düşmüyor olsaydı, talep yetersizliği işçilerin ücretleri arttırılarak çözülebilirdi. Tersinden, sorun sadece kârlılık olsa ve pazardaki darlık göz ardı edilebilseydi, ücretleri daha da düşürerek kriz ötelenebilirdi. Bu makas haddinden fazla açıldığı ve birçok zıt gücün etkileşiminde yavaşça geliştiği için, kriz gün geçtikçe ve kaçınılmaz olarak derinleşiyor.
Sermaye birikim sürecinin yarattığı ikilemin bir ucunda yer alan kâr oranlarındaki azalma, sermayenin organik bileşimindeki artış nedeniyle oluşmaktadır. Kapitalizm geliştikçe daha çok üretim aracı (ölü emek), işgücünün (canlı emek) yerine geçer. Ancak artı değeri ölü emek değil, canlı emek yarattığı için, işgücünün payının azalması, kâr oranlarının da azalması anlamına gelir. Rekabet dolayısıyla, sermaye, aynı kâr miktarını korumak için daha çok üretim yapmak durumundadır ve bu durumdan bir çıkış yoktur. Marks'a göre kâr oranlarının düşmesi, "aşırı üretimi, spekülasyonu, krizleri, artık-sermayeyi ve aşırı nüfusu körükler".
Üretim araçlarının gelişmesi ve giderek daha çok yatırımın üretim araçlarına yapılması ile sermaye birikim sürecinin yarattığı ikilemin ikinci yanı ortaya çıkar. Bir sarmal şeklinde aşırı üretim krizi (ya da eksik kapasite kullanımı) gelişir ve birikimin işçi ücretlerine kıyasla giderek artan bir oranı yeniden birikim sağlamak için kullanılır. Sömürü oranının arttırılması ve tekelleşme, artan rekabet şartlarında kapitalistler için oyunda kalmanın yegâne kuralıdır. Birikim, birikim içindir.
Bu temel eğilimlerin etkisi altında kapitalizmin canlanma, genişleme, kriz ve depresyon çevrimleri oluşmaktadır. Günümüzdeki birçok gelişme, 1970'lerden beri ötelenen krizin giderek depresyona dönüştüğünü ortaya koyuyor. Yavaş ve sancılı olarak dünya çapında gelişen bu süreç, bizi Rosa Luxemburg'un yaklaşık 100 yıl önce ortaya koyduğu formülasyona götürüyor: "Ya sosyalizm, ya barbarlık içinde yok oluş!"
Kriz ve çözümsüzlük Ancak krizin kalıcı olacak bir başka etkisi daha var. Neoliberalizmin bütün argümanları bu esnada teker teker çöküyor ve 1970'lerden beri yaşadığımız neoliberal ideolojik hegemonya sona eriyor. Neoliberal ekonomistlerin krize dönük önerdikleri gözle görünür bir çözüm önerisi yok. Birçok uzman, talebin yeniden artması için devlet müdahalesi ve istihdam planı öneriyor, ancak bu durumda artacak ülke borçlarının nasıl ödeneceğine dair kimse fikir belirtmiyor. Kapitalist paradigmayla dünyaya bakan ekonomi anlayışının akıl dışılığı, bu uzun ve ağır işleyen bunalımla beraber giderek daha net ortaya çıkıyor. |