Meltem Oral, 90'lı yıllarda Diyarbakır'da Özgür Gündem gazetesinin çıkış sürecini anlatan Press filminin oyuncularından Aram Dildar ile film ve Kürt sorunu üzerine konuştu.
Filmin kadrosuna dahil olma sürecin nasıl oldu?
-Ben aslında filmin hazırlık sürecine bile yetişemedim. Tiyatro grubu olan bir arkadaşım vardı, onun aracılığı ile geldim. Çünkü benim oynadığım karakteri bulmakta zorluk çekmişlerdi. Arkadaşım, aradıkları yaş grubu itibariyle de bana uygun olduğunu söyledi. O arkadaşım aracılığı ile kasta girdim. Filmin başlamasına bir hafta kala tanıştım ekiple. Çekimler iki hafta İstanbul'da iki hafta Diyarbakır'da olmak üzere toplam bir ayda yapıldı.
Gösterime girdiği dönemde tam bu basın özgürlüğü tartışmalarının yoğun olduğu döneme denk geldi aslında
-Evet, tamamen tesadüf oldu. Kürt gazetecilere yönelik baskının da arttığı bir döneme denk geldi. Film, çeşitli festivallerde ödüller aldı. Özellikle gazeteciler, köşe yazarları filmi yalnız bırakmadılar, duyurmak için ellerinden geleni yaptılar.
Aslında basın özgürlüğünden çok anlatılan hikaye koskocaman bir politik mücadelenin hikayesi
-Evet, doğru. Zaten Özgür Gündem'in çıkarılma hikayesi sadece bir gazetecilik hikayesi değil, bir halkın özgürlük mücadelesinin dünyaya duyurulmasının hikayesi. Özgür Gündem'i çıkaranlara yapılan saldırılar basın özgürlüğünün yanı sıra doğrudan insanların yaşama hakkına yapılan bir saldırıdır.
Film 90'lı yıllarda geçiyor. Sen o yıllarda neler yapıyordun?
-Ben o yıllarda çok küçüktüm aslında. Batman'da yaşıyorduk. Ama benim ailem göçebe bir aileydi. Yazları yaylaya giderdik. 96'ya kadar bu şekilde yaşadık. Ancak askerlerin mezraya yaptığı baskınlardan dolayı artık köyde yaşayamaz hale geldik ve 96'da ailemin yarısı İstanbul'a göç etmek zorunda kaldı, yarısı Batman'da kaldı. Hiçbiri Türkçe bilmiyordu. Bu bizim için çok büyük travma oldu, sonuçta köyden birdenbire İstanbul gibi kocaman ve dilini hiç bilmediğimiz bir şehre göç etmek zorunda kaldık.
Film 90'lı yılların karanlığını çok iyi yansıtıyor gerçekten. Bugün de sık sık acaba 90'lara mı dönüyoruz sorusunu sık sık duyuyoruz. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
-Tabii ki süreçler aynı işlemiyor, değişiyor. Bugün 90'lı yıllarda olduğu kadar faili meçhul cinayet yok. Ama polis hala sokak ortasında öldürmeye devam ediyor, yüzlerce insanı aynı anda tutuklayıp cezaevine koyuyor. Dolayısıyla bir yandan 90'lı yılların karanlık yüzü teşhir edilirken bir yandan şiddet ve baskı başka bir biçimde devam ediyor. Şu anda Kürtlerin seçilmiş binlerce siyasetçisi cezaevinde. Dolayısıyla 90'lı yılların karanlığı ile yüzleşip, hesaplaşıp bambaşka bir döneme girdiğimiz de söylenemez. Örneğin Batman'da belediye başkanlığı yapmış olan insanların birisi öldürüldü, ikisi cezaevinde, şu anki belediye başkanı görevde ama başına ne zaman ne geleceği belli değil. Dolayısıyla gerçek bir değişim yaşandığını söylemek zor. Evet bugün belki barışa daha yakınız ama tıpkı 90'lı yıllarda olduğu gibi bu barışın önünü tıkamak isteyenler faaliyetlerine devam ediyorlar. Kürtler, Türk bayrağına, İstiklal Marşı'na saygı duymaya zorlanıyor. Kürtlerin kendilerine ait değerler ayaklar altına alınırken başka değerlerin önünde eğilmesi bekleniyor.
Bir yandan da özellikle 90'lı yıllarda derin devletin yaptıklarını teşhir eden itiraflara tanık oluyoruz, birçok gerçek ortaya çıkıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?
-Bizim için derin devlet yok devlet var. Tansu Çiller'in nesi derin? Bu ülkenin başbakanıydı ve ölüm emirlerini o verdi. Dolayısıyla sadece bunların ortaya çıkması yetmez. Gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşmanın olabilmesi için devletin Kürt halkından özür dilemesi, 'biz bu kadar insanı öldürdük, özür dileriz' demesi lazım.
Basın özgürlüğü kimsenin dilinden düşmüyor, hatta Uğur Dündar'ın bile yer aldığı yürüyüşler yapılıyor. Ama bugüne kadar Kürt basınına yönelik baskılarda böyle şeyler görmedik. Sen bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?
Özgür Gündem'e yönelik saldırılar sırasında aslında sokakta her yerde Özgür Gündem satmak gibi eylemler düzenlenmişti. Ama son dönemde böyle bir destek olmadı. Bırakın hükümeti bugün gazeteciler bile Kürt gazetecileri gazeteci olarak görmüyor zaten. Kürtlere yönelik her tür şiddet normal olarak algılanıyor. Sonra da Kürtlerin neden silah bırakmadığı soruluyor. Halbuki bu ülkede en büyük terörist devlet, en çok şiddeti devlet uyguluyor. Bugüne kadar Kürtlerin kurdukları bütün partiler, bütün gazeteler kapatıldı. Biz nasıl siyaset yapacağız peki? Şiddetin kendisini değil, neden bitmediğini konuşmak gerekiyor. Durmadan şiddet dursun demenin anlamı yok.
Filmde küçük bir ofisin içine sıışmış kocaman bir mücadele anlatılıyor. Bunu bugünkü Kürt hareketi ile benzeştirmek mümkün mü? Çünkü bir yandan kocaman bir özgürlük hareketi var ama bir yandan da bu hareketin yalnızlaştırılması söz konusu. Türkiye'deki sosyalist hareketin de Kürt hareketini yalnız bıraktığını düşünüyor musun?
-Kürt hareketi sadece Türkiye'de değil dünyada da yalnız aslında. Diyarbakır'da her gün bir tarih yaşanıyor.
Bunun batıda bir karşılığı yok. Zaten Türkiye'deki sosyalist hareketin kendine bir faydası yok. Dolayısıyla bir destekten ziyade Türkiye sosyalist hareketinin kendini toplaması gerekiyor bence. Örneğin Türkiye'deki sosyalist hareket Türklere dayanan bir barış inisiyatifi oluşturamıyor. Türkiye'deki sosyalistler barışın olması için kendi hükümetlerine baskı oluşturan büyük bir hareket oluşturmayı başarsalar iki halk arasındaki yakınlaşma daha da artacaktır.