Kapitalizmin krizi ve sağ politikalar
Avrupa Parlamentosu, seçimlerinden en kârlı çıkan sağ partiler oldu. Ancak Chris Bambery'e göre ekonomik krizle siyasi kutuplaşma arasında karmaşık bir ilişki var.
Medya Avrupa seçimlerinden sağın galip çıkmasını biraz şaşkınlık biraz da sevinçle duyurdu. Fransa'da Nicolas Sarkozy, Almanya'da Angela Merkel, İtalya'da Silvio Berlusconi ve İngiltere'de David Cameron oyların önemli bir kısmını toplayan sağ partilerin liderlerinden.
Büyüyen işsizliğin ve ekonomik sıkıntıların insanları otomatik olarak sola çekeceğine inananlar bu duruma bir anlam veremediler. Hatta bazıları sağın başarısının nedenini radikal solun bölünmüşlüğünde aradı.
Ancak bu durumun basit bir açıklaması var: Avrupa'da işçi sınıfı Britanya İşçi Partisi gibi, hevesle yeni-liberal politikaları hayata geçiren merkez-sol partileri terk etti.
Gerçekte büyük ekonomik ve sosyal krizler insanların tek yöne kaymalarına değil, kutuplaşmaya neden olurlar. Sağ da sol da aynı anda büyüyebilir. Kolektif direniş veya sola kayış otomatik olarak gerçekleşmez. Eğer işçilerin özgüvenleri düşükse, mücadele etmiyorlarsa krize karşı verecekleri ilk tepki bireysel çözümler bulmaya çalışmak olabilir.
1930'lardaki depresyonun ilk kazananı sağ olmuştu. Bu özellikle krizin başladığı dönemde sosyal demokrat partilerin iktidarda olduğu Almanya ve Britanya gibi ülkeler için geçerliydi. Almanya'da daha önce liberal veya muhafazakar partilere oy veren orta sınıfla işsiz kitleler, bu partiler krize çözüm üretmekte başarısız olunca sağa kaymaya başladılar. Bundan en büyük faydayı Adolf Hitler sağladı.
Radikalleşme
Ancak 1930'ların ortasında işçi sınıfı yeniden direnmeye ve radikalleşmeye başladı. Bu bir yandan faşizmin yükselmesine karşı gelişen bir tepkiydi. Ancak diğer yandan çöküşün yarattığı ilk şokun atlatıldığını gösteriyordu. Ve artık birçok insan için yapılabilecek tek şey direnmekti.
1970'lerde, İkinci Dünya Savaşı'ndan beri yani yaklaşık 20 yıldır yükselişte olan kapitalizm yeniden ekonomik krize girdi. Bu kez işçi hareketi 1968'den beri yükselişteydi. Sınıf çelişkileri ortaya çıkmaya başladı.
En büyük grev dalgası 1970'lerde İtalya'da gerçekleşti. En büyük sol da bu ülkedeydi, ancak 1970'ler aynı zamanda devlet kurumlarınca ve patronlarca teşvik edilen faşizmin hortlamasına da sahne oldu. 1970'lerin başında Britanya'da sınıf mücadelesi oldukça yükselmişti. Ama aynı zamanda Nazi partisi Ulusal Cephe de, özellikle memnuniyetsiz muhafazakar seçmenler arasında büyümeye başlamıştı.
1970'lerin ortasında pek çok statükocu güç, İşçi Partili başbakan Harold Wilson'u bir darbeyle devirmekten bahsedip duruyordu. Öte yandan Şili'de durum çok daha ciddiydi. 1973'te ABD hükümeti, CIA ve ülkedeki patronlar, Salvador Allende'nin solcu Halkın Birliği hükümetinin kanlı bir askeri darbeyle devrilmesini alkışlıyordu. Bu olay, dünyadaki sola fazla ileri gitmemesi için yapılmış bir uyarı olarak her yerde duyuruldu.
Kitlesel işsizlik de, geleneksel mücadele yöntemlerini işlevsiz kılarak direnişi etkileyebilir.
Eğer çalıştığınız firma hiç sipariş almıyorsa veya kapanmanın eşiğindeyse, greve çıkıp şirket batana kadar kapının önünde beklemenin pek bir anlamı olmaz. Bu yüzden 1930'larda işçiler açlık grevleri ve gösteriler gibi başka yöntemler buldular. Birkaç yıl sonra ise fabrika işgalleri, makinaları rehin almak ve şehir çapında grevler ortaya çıkmaya başladı.
1970'lere gelindiğinde fabrikaların kapatılmasına karşı bir tepki olarak işgaller yeniden gündeme geldi. Britanya'da bu işgaller Margaret Thatcher hükümeti döneminde de bazen başarı bazen de yenilgiyle sonuçlanarak devam etti.
Bugünkü krizde işçiler bu gibi doğrudan eylemlere, 1930'larda olduğundan çok daha çabuk giriştiler. İrlanda'daki Visteon, Prisme ve Waterford Crystal işgalleri kazanımlar elde ederek diğer işçilere ilham verdi.
Ancak işinizi ve evinizi kaybetmek ve aniden yoksullaşmak her zaman direnmeyi teşvik etmez. İnsanlar bu tür ağır koşulların altında ezilebilirler. Ailelerini, eski iş arkadaşlarını veya "yabancılar" ve mülteciler gibi daha geleneksel günah keçilerini suçlayabilirler. Britanya'da resesyonun yol açtığı öfke patlamasına şahit oluyoruz, ancak bazı grevler yanlış hedefe, mülteci işçilere yöneldi.
Seçim sonuçlarına bakarak insanların tepkilerindeki karmaşık nedenleri tam olarak anlayamayız. Çoğu insan özelleştirmelere ve savaşa karşıdır, ama bu seçim sonuçlarına yansımıyor, çünkü bu görüşleri savunan çok az parti var.
Sağın bazı konularda ideolojik bir zemin elde ettiği doğru. Özellikle mülteciler konusunda bu böyle, ama aynı zamanda suçlar ve refah için de geçerli.
Dağılma
Bu resesyondan neden sağın kazançlı çıktığına dair yapılan tartışmada sık sık medyadaki "uzman"ların ve sağcı politikacıların alaycı yorumlarını duyuyoruz. Solun kendisini toparlayıp harekete geçemediğini ve dağıldığını söyleyip duruyorlar. Elbette bölünmeler ve öfke dolu tartışmalar sadece solun gündeminde değil. Muhafazakar Parti 1990'da Thatcher'ın gidişiyle birlikte neredeyse dağılıyordu. Ancak yine de birçok insana göre bölünmüşük solu daha fazla etkiliyor. Bunun sebebi nedir?
Sağ siyaset zaten güçlü olanların, ellerinde ekonomik, ideolojik ve politik bir güç bulunanların çıkarlarını temsil eder. Sağcılar sürekli olarak egemen fikirleri tekrar edip dururlar. Bu egemen fikirler milliyetçilik, rekabet, ırkçılık ve açgözlülük gibi, bugünkü toplumu oluşturan yapıtaşları olarak, çoğunluk tarafından kabul görmüş fikirlerdir. Faşistler bu yelpazenin en ucunda yer alırlar ve merkez sağ partilerden farklı olarak, güçlü paramiliter örgütlenmeler kurup soykırım yapmak hevesindedirler. Ama onların da dayandıkları temel egemen fikirlerdir.
Öte yandan soldaki partiler kendilerini işçi sınıfına dayandırırlar. Bu sınıf kapitalizm altında pek güçlü değilmiş gibi görünür. Esas gücü direnme ve emeğini geri çekme yeteneğinde yatar.
Egemen sınıf, zaman zaman hâlâ sosyalist söylemler kullanabilen sosyal demokrat partilerdense, doğrudan kendi temsilcilerinin yönetimde olmasını ister. İşçi Partisi'nin yönetimde olmasına ses etmedikleri zamanlar olmuştur, 1990'ların ortasında Muhafazakar Parti çöktüğünde böyle bir durum yaşanmıştı, ancak yine de çoğu zaman kendileri adına kendi yandaşlarının işleri idare etmesini tercih ederler.
"Güç yozlaştırır. Mutlak güç mutlaka yozlaştırır." şeklinde bir söz vardır. Gerçekte yozlaştıran şey güçsüzlüktür. Eğer bir şeylerin değişmesinin imkansız olduğunu, işsizliğin ve mahvolmuş yaşamların kaçınılmaz olduğunu düşünüyorsanız, dünyanın içine sürüklendiği felaketin sorumlusunun bankacılar ve şirketler olduğunu pek düşünmezsiniz. Bu güçsüzlük hissi, çoğu zaman işçi sınıfının büyük çoğunluğunun egemen sınıfın fikirlerini kabul etmesinin nedenidir.
Ancak insanlar tepki vermeye başladığında işler değişir. Kendi güçlerinin farkına varırlar. Direnme ve sınıf dayanışması fikri güçlenir.
Çatışma
Fakat çoğunluk devrimci fikirlere kazanılana kadar sınıf uzlaşmasını tavsiye eden eski fikirlerle yeni, devrimci fikirler arasında bir çatışma sürüp gider. Bu bütün devrimler için böyle olmuştur, buna kapitalist sınıfı iktidara getiren devrimler de dahildir. Ama bu "burjuva" devrimleriyle işçi sınıfının devrimleri arasında temel bir fark var.
1789'da başlayan Fransız Devrimi'nde, yeni kapitalist sınıf ekonomik güce sahipti. Soylular ve kraliyet ise bundan yoksundu. Ayrıca burjuvazi yeni kurulan üniversiteler ve basım evleriyle kiliseyi gölgede bırakan ideolojik bir güce de sahip olmuştu. Sahip olmadığı şey, politik güçtü. Ancak bunu elde etmek için ekonomik ve ideolojik gücünü kullanabilirdi.
Bu yüzden Fransa'da kapitalist sınıf büyük bir kitle partisi yaratıp haftada bir toplantılar düzenlemek için uğraşmak zorunda kalmadı. Devrimin itici gücü aslında küçük bir fikir çevresi olan Jakobenlerdi.
Bizim ise böyle bir lüksümüz yok. Şans bizden yana değil. Devrimci bir değişimi mümkün kılmak için örgütlenmek, eğitim ve propaganda faaliyeti yürütmek zorundayız.
Bunun temeli mücadeleye dayanır, mücadele de kazanımlar kadar yenilgileri de içerir. Yenilgiler bölünmüşlük ve umutsuzluk getirebilir. İnsanları kısa yollar bulmaya veya eski düzenle uzlaşmaya yönlendirebilir. Soldaki ayrışmalar genellikle başarısızlıktan doğmuştur. Başarıyı herkes sahiplenir, ancak başarısızlık ortada kalır.
Alman oyun yazarı ve şair Bertolt Brecht sosyalizmin anlaşılması kolay ancak ulaşılması zor bir şey olduğunu söylemişti. İşsizliği önlemek, ırkçılığın üstesinden gelmek ve dünyayı değiştirmek için elimizde bulunan kolektif gücün farkına varmak, görünürdeki bu çelişkiyi aşmanın önkoşuludur. Sorun şu ki biz bu gücü çoğu zaman çok kısa süreliğine gözlemleyebiliyoruz.
Ancak sonuçta zaferler kendimize güvenmemizi sağlar, daha fazla mücadele etmeyi ve değişimi teşvik eder. Bizim esas görevlerimizden biri daha çok başarı sağlamaktır.